Av. Dr. İrfan Sönmez’in kaleminden…Bu din dili dindar üretmez!

En temel sorunlarımızdan biri, din aklının geçmişte kalması, çağın aklıyla çelişmesidir. Din adına konuşanlar, bugünün akıl ve idrakine hitap etmedikleri müddetçe, dinden çok deizme, ateizme, inkara hizmet etmiş olurlar. Doğru olan, din aklıyla zamanın aklını buluşturmak, dini bugünün aklının alacağı şekilde sunmaktır. Ne yazık ki, sahnede olanların çoğu akıl bile denmeyecek bir din dili ile konuşuyorlar. Kaş yapalım derken göz çıkarıyorlar. Geçtiğimiz günlerde cüppeli bir cahil, “İzmir Yunan işgalinden tefriciye (zor zamanlarda Allahtan yardım istemek için yapılan dua)ile kurtuldu, millet de zannediyor ki, bilmem kim kurtardı,” dedi. Meşayih öyle yazmışmış… Bu ifade bu kişinin kim bilir kaçıncı - din dışı ve dini örseleyen- ifadesi. Ortalama bir akıl, bu ifade karşısında şunu düşünür: madem bu işler dua ile oluyor, onca duaya rağmen Kerbela niye yaşandı. Hz. Peygamberin - en sevgili torunu-niçin katledildi? Gazze ve Doğu Türkistan kan ağlıyor, dua ile bu işler çözülüyorsa niye bir - tefriciye- okuyup çözmüyorsunuz? Şartları oluşmamış hiçbir şey duayla gerçekleşmez. Siz savaşa hazırlık yapmayacaksınız, aklı/bilimi kullanmayacaksınız, gerekli teknolojiye sahip olmayacaksınız, ama duayla bütün engelleri aşacak, problemleri çözeceksiniz. Yıllardır anlatılan din budur! Böyle olunca da askere, silaha, uçağa, gerek kalmıyor. Bolca dua ehli yetiştirir her meselenizi çözersiniz. Duası Hz. Peygamberden daha sevgili olan kim vardı? O bile Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te savaşmadı mı? Dua yetse, o dua eder gök ehli âmin der,o iş biterdi. Çünkü o biliyordu ki, sünnetullah veya adetullah (Kâinatın işleyişi)  böyle olmuyor. Bir şey istiyorsanız önce icaplarını yerine getireceksiniz. Dua, ancak icapları yerine getirildikten sonra bir anlam ifade eder. Savaşanların, davasına inancını güçlendirir, mücadelemizi -duası makbul olanlar da onaylıyor- diye moral motivasyonlarını artırır, cephede olanların maneviyatını besler, ölüme hazır hale getirir. Yoksa, topun tüfeğin karşısına taş ve sopa ile gidene dua savaş kazandırmaz. Cübbeli cahilin, bu sözü söylemesinin esas nedeni, tam da milli mücadelenin- zaferle taçlandığı bir günde, Mustafa Kemal ve arkadaşlarını değersizleştirmek, gözden düşürmek için. Hayatında elini sıcak sudan soğuk suya sokmamış bir kişi, hayatı cephelerde geçmiş insanları küçümsüyor, onları maşeri vicdandan silmeye çalışıyor. Millete ahlak öğreteceğine din,vicdan ve hakikat dışı görüşleri ile toplumu zehirliyor. Oysa gerçek mutasavvıflar asla böyle düşünmemiş böyle hareket etmemiştir. Birçoğu çağrılmadan koşa koşa cepheye gitmiştir. Gümüşhanevi Hz. İle Sait Nursi, doksan üç harbinde Rus cephesinde fiili olarak savaşmışlardır. Nursi, yıllarca Rusya’da esir kalmıştır, Emir Sultan, Osmanlı ile hep cephelerde olmuştur. Akşemseddin, İstanbul’un fethinde Fatih’in yanı başında bir zafer müjdecisi ve moral üfleyicisi olarak bulunmuştur. Örnekleri çoğaltmak mümkün, büyüklükleri müseccel bu zatlar işi duaya havale etmemişler, fiili duaya, yani mücadeleye bağlamışlar, kendileri de bizzat içinde olmuşlardır. İfsat edici din dili, elbette Cübbeli örneğinden ibaret değil, geçtiğimiz günlerde sosyal medyaya düşen bir paylaşımda, başka bir sapkın şunları söylüyordu: “Allah’ın ayağı kaydı tam düşecekken Abdülkadir Geylani kurtardı. Allah’ı kurtaran Abdülkadir Geylani’nin bizi kurtarmayacağını mı sanıyorsunuz?” Bu söz asla Müslüman bir ağızdan çıkmaz. Her kelimesi ayrı bir sapkınlık, bir defa Allah’ı insanlar gibi oturup kalkan, insanlarla muhabbet eden bir derekeye indiriyor. Oysa Allah, -muhalefetün havadistir-yani yaratılmışların hiçbirine benzemez, ikincisi Allah’a noksanlık izafe ediyor, ayağı takılıyor kendi kendini kurtaramıyor, Abdülkadir-i Geylani kurtarıyor, oysa Allah bütün noksanlıklardan münezzehtir, kendi varlığı ile kaimdir, kimseye ihtiyacı yoktur. Üçüncüsü bu sözlerle, bir fani Allah’ın üzerine çıkarılıyor, ona yüce Yaratıcıda olmayan( haşa) bir kudret isnat ediliyor. Geylani büyük bir mutasavvıftır, ancak bu tip sözler tasavvuf dili ile söylemek gerekirse şathiyattır. Şathiyat: İlahi feyze gark olmanın sarhoşluğu ile söylenen, asla dini bir ölçü veya gerçeklik olmayan, mutasavvıfın içinde bulunduğu ruh halini yansıtan sözlere denir. O hali yaşayan için, o hal, aklını aklını istila ederek, tefrik etme yeteneğini kaybettirdiği için yine sadece o hal içinde mazur görülebilir. Ama bunu bir başkası alıp, dini bir hüküm veya hakikat gibi kullanamaz! Bu sözlerin hepsi -elfazı küfürdür-şirktir, kişiyi iman dairesinin dışına iter. Şimdi soruyorum, çağın aklı bir faniden yardım alan bir Tanrı inancını kabullenebilir mi? Bu tarz ifadelerle bir dindarlık yaratılabilir mi? Toplumu, böyle ağzına geleni söyleyen, üstüne vazife olmayan konularda abuk-subuk beyanlarda bulunan - derviş kılıklı- sapkınlar İfsad ediyor. Genç dindarlığı, bunun için azalıyor. Osmanlı tarikatlardaki çürümeyi, sahtelikleri görmüş 19. Yüzyılın başlarından itibaren tedbir almaya başlamıştı. Önce 3. Selim döneminde sapkın inançlı tarikat mensuplarının durumlarını denetlemek ve böylelerinin tekke kurmalarına mâni olmak için şeyhler görevlendirilmiştir. 1812’ de bir fermanla, bütün tekkeler, ilgili tarikatın İstanbul asitanesi merkez kabul edilerek buraya bağlanmıştır. Bu fermanla birlikte tekkeler idarî yönden Şeyhülislâmlığın, malî yönden Evkāf-ı Hümâyun Nezâreti’nin denetimine girmiştir. 1866’da bir irade ile Meclis-i Meşayih kurulmuş, başkanı Yenikapı Mevlevihanesi şeyhi Osman Selahaddin Dede olmak üzere Sa‘diyye, Kādiriyye, Sünbüliyye, Halvetiyye ve Nakşibendiyye’den birer temsilcinin bulunduğu 5 üyeden oluşmuştur. 1874’te Rifâiyye tarikatının da eklenmesi ile üye sayısı altıya çıkmıştır. Sonraları tarikatlar bölge merkezleri kurularak buralara bağlanmıştır. Daha sonra 1918 tarihli Meclis-i Meşâyih Nizamnâmesi ile taşrada şeyhülislâmlığın tespit ettiği vilâyet, livâ ve kazalarda Encümen-i Meşâyih adıyla müftü başkanlığında iki üyeden oluşan bir kurum oluşturulmuştur. Bu üyeler vasıtasıyla yerel şeyh, tarikat ve tekkeler denetlenmiştir. Bu denetimlerin nasıl yapıldığına dair bizzat yaşayanlardan dinlediğim bir olayı aktarmak istiyorum; Harput’ta tekke ve şeyhlik iddiasında olanları denetlemekle görevli olan zat hem alim hem mutasavvıf Beyzade efendidir. Elazığ’ın Molla Köyünde Ömer Hüdai babanın şeyhlik iddiasında bulunduğunu öğrenir. Kırk sorudan oluşan bir mektup gönderir ve her birine cevap vermesini ister. Ömer Hüdai baba, soruları halifesi Mehmet Efendi’ye verir,” cevaplarını yaz, sonra da bana getir göreyim” der. Mehmet Efendi, birkaç gün içinde cevapları yazar, Ömer Hüdai baba düzeltmeleri yapar ve kırk soruya karşılık kırk müridini başlarında Mehmet Efendi ile zikir ve ilahiler, def, kudüm ve elvanelerle Harput’a gönderir. Mehmet Efendi Harput’un Sara Hatun camiinde soruların cevaplarını Beyzade efendiye takdim eder. Beyzade efendi,” bir de zikrinizi göreyim” der, gelenler, bir zikir halkası kurarak zikrederler. Bir süre sonra Beyzade Efendi Mehmet Efendi’yi konağına davet eder, cevapların doğru, yapılan cehri/ kadiri zikrin usul ve erkana uygun olduğunu, söyler ve Ömer Hüdai babanın bu yolda yürümesine, irşatta bulunmasına yol verir.  Vedalaşırken, Beyzade Efendi Mehmet efendiyi kucaklar, Mehmet Efendi o anı anlatırken” sanki Beyzade efendinin göğsünden bir mangal kor ateşi göğsüme boşalttılar, ayakta duramadım diz üstü çöktüm kaldım” der. Geçmişte tarikatlar, şeyhler böyle denetlenmişti. Bugün ipini koparan, iki hadis, üç ayet ezberleyip şeyhlik/ dervişlik iddiasında bulunabiliyor. Din adına konuşmak en mesuliyetli iştir. Dini bilgi ve çağın ruhuna hâkim olmayı gerektirir. Bu olmadan söylenecek her söz hem Müslümanlığa hem sözün sahibine zarar verir. Toplumu zehirleyen, saptıran bu tür kişi ve beyanlardan kurtulmanın yolu denetimdir. Denetlenmeyen her kurum çürür, sahtecilere, istismarcılara yem olur. Dini tebliğ, bir cübbe/sarık meselesi değil, bir bilgi ve çağ aklını idrak meselesidir. Buna dikkat etmeyen bir din dili, dindar üretmez, dinden kopmuş nesiller üretir.
Benzer Videolar