Demokrasi yalnızca seçimle iktidarın belirlenmesi değildir. Asıl mesele, bu iktidarın kurumsal ve hukuki sınırlar içinde tutulmasıdır. Bürokrasi, teknik uzmanlık, liyakat temelli düzenlemeler ve yargı, halkın iradesini doğrudan yansıtmasa da demokrasiyi ayakta tutan görünmez ama işlevsel ayaklardır. Popülizm ise tam bu noktada siyasal meşruiyet inşa eder; halk ile kurumlar arasında gerilim yaratır.
Bürokrasi, devletin sürekliliğini sağlayan ve kararların uygulanmasını yöneten mekanizmadır. Ancak seçilmiş iktidar ile atanmış bürokratlar arasındaki mesafe, popülist söylemde halk iradesinin önünde bir engel olarak sunulur. Türkiye’de 2010 sonrası Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile birlikte bürokrasi giderek lider merkezli bir yapıya dönüştü. Hızlı ve görünür sonuç talepleri, bürokrasinin özerkliğini erozyona uğratırken, popülizmin “halkın sesi” söylemini meşrulaştırdı.
Demokrasi eşit yurttaşlık ile liyakat anlayışını birbirine bağlarken, fırsat eşitsizlikleri derinse liyakat söylemi ayrıcalıkları görünmez kılar. Türkiye’de kamu atamalarında liyakat yerine sadakat ön plana çıkmakta, “bizden olan / bizden olmayan” ayrımı kurumların işleyişini dönüştürmektedir. Popülizm, eşitsizlik eleştirisiyle başlar; ancak bu eleştiri kurumsal kapasiteyi zayıflatacak ve yeni bir hiyerarşi kuracak şekilde sonuçlanır.
Türkiye deneyimi açıkça gösteriyor ki popülizm, halk iradesini savunuyor görünse de demokrasinin kurumsal ve hukuki temellerini aşındırıyor. Bürokrasi zayıflatıldıkça, teknik bilgi siyasallaştırıldıkça, liyakat sadakate dönüştükçe ve yargı bağımsızlığı zayıfladıkça, halk egemenliği görüntüsü güçlenirken, gerçekte demokrasi ciddi biçimde erozyona uğrar.
Popülizm, halkın sesini duyurma iddiasıyla yola çıkar; ancak kurumsal dengeyi aşındırdığı anda, demokrasiyi değil, tek bir merkezin gücünü pekiştirir. Türkiye’deki deneyim, çağdaş siyaset dünyasının ironisini gösteriyor: Halk için başlatılan mücadele, kurumsal denge erozyona uğradığında, halkın kendisine zarar verebilir.
Demokrasiyi savunmanın en kritik yolu artık açık: kurumsal sınırlar olmadan halkın iradesi sadece bir görüntüden ibarettir; gerçek güç, denge ve denetimde saklıdır.
Akılda kalması gereken son soru şu: Kurumsal sınırlar yoksa, halkın özgürlüğü gerçekten var mıdır, yoksa kendi elleriyle inşa ettikleri tuzağa mı düşmektedir?