20 Ağustos 2025 Çarşamba
MARAL'I ELEŞTİRMİŞTİ AYNI FESTİVALDE ALT KADRODA SAHNE ALACAK
Cezmi Orkun yazdı... Mezar soyguncusu...
Semih Işıkver'den Elazığspor’a Dev Prim Desteği: “Bizler İnandık, Siz de İnanın!”
Av. Dr. İrfan Sönmez'in kaleminden...Din ve Milliyetçiliğin Sermayeleştirilmesi...
Букмекерская Контора «париматч»: Обзор Компании И Ее Особенностей
Mustafa Gümüş Özbay'ın Kaleminden.....
Lıah Greenfeld,
Milliyetçilik isimli önemli çalışmasının Türkçe baskısının önsözüne, şu kıymetli tespiti ile başlar:”…Milliyetçilik bireysel kimliğe itibar bahşeder. Böylesi bir itibarın bahşedilmesi, milli kimlik ile diğer tüm kimlik türlerinin temel farkıdır. Milliyetçiliği böylesine çekici kılan da, bu yeni bilincin küreselleşmesinin altında yatan da budur. Milliyetçilik öncesinde, itibar sahibi kimlik her toplumdaki dar bir üst tabakanın hakkıydı.” Milliyetçilik bunu tabana yaymış, belli grupların inhisarından çıkarmıştır.
Ancak tek itibar vasıtası bu değildir. Yazar Arap ve İran örneklerinden hareketle İslam’ın sermayeleştitilmesini de bir itibar aracı olarak değerlendirir, şöyle der: “ İslam , yüzlerce yıldır tek tanrılı Batı karşısına dikilmiş büyük bir dindir. Arap ve İran milliyetçileri , İslamdan, milletlerinin sahip olduğu başka bütün insan kaynaklarını misliyle aşan itibar sermeyesi elde etmişler, İslamı dinsel bir milli karekter haline getirmişlerdir. Süreç içinde İslamı dinsellikten arındırıp ona ihanet ediyor oluşları da onları kaygılandırmamıştır…yapılan mücadele tamamen sekülerdir ve şimdi yaşayan topluluğun konumu ile ilgilidir. Bu amaçla adına mücadele yürüttükleri Tanrı bir araç olarak kullanılmak üzere yer yüzüne indirilir…”
Bu,dinin sermayeleştirilmesi,
Siyasi amaçlarla dinsellikten soyutlanmasıdır. Günümüzde siyasetin manivelası haline getirilen din, hem din olmaktan çıkmakta hem de biz ve onlar ayrışmasının bir parçası haline getirilmektedir. Dine en büyük zararı da onu siyasetinin sermayesi haline getirenler vermektedir.
Greenfeld’in milliyetçilik tanımında demokrasi ile milliyetçilik iç içe adeta birbirinin mütemmim cüzüdür. Zira ona göre; “ milli bilinç, toplumsal gerçekliği eşit üyelerden oluşan egemen topluluklardan ibaret bir şey olarak görür; milliyetçilik modern demokrasinin tamamlayıcı özelliği olan, popüler egemenlik ve eşitlik ilkelerine dayanır.Olduğu haliyle demokrasi bu yüzden mantıksal olarak milliyetçilikle içkindir.Temeli eşit üyelerin bir egemen topluluğu olan millet tanım gereği bir demokrasidir.” Erol Güngör, belki Greenfeld’den çok önce millete dayanan ve ondan neşet eden bir düşüncenin demokrat olması gerektiğini söylemiştir.
Demokrasi, sadece ülke yönetimi ile ilgili bir yöntem değildir. Sivil toplum örgütlerinden, dernek, parti ve sendikalara kadar her organizasyonda uygulanması gereken bir yönetim tekniğidir. Alt organizasyonlarda demokratik bir yönetim tarzı içselleştirilmediği müddetçe en üst organizasyon olan devlet yönetiminde bunu uygulamak zordur. Çünkü demokrasi aynı zamanda bir kültür meselesidir. O kültür
bulunmadığında demokrasi sözde kalmakta, alt organizasyonlarda ahbap çavuş ilişkileriyle yürütülen çalışmalar yıkarıda daha büyük çapta tekrar edilmektedir. Tepeden atamalar, demokratik rekabet kanallarının tıkanması, adamcılık sonunda dönüp dolaşıp iktidarların yolunu otokrasiye çıkarmakta, demokrasi bir ideal olarak kalmaktadır.
Partiler, dernekler, STK’lar demokratikleşmedikçe ülke yönetiminin demokratikleşmesi boş bir iddiadan ileri gitmez.
Sermayeleştirilen her şey sonunda özünü de gerçek hüvviyetini kaybediyor, bir rant ve itibar devşirme aracına dönüşüyor. Adını taşıdığı din ve milliyetçiliğe değil, muhterislerin çıkarlarına hizmet ediyor. İslamcı siyasette dinin, milliyetçilik siyasetinde milliyetçiliğin olmayışı birazda bundandır.
CHP’nin Aydın Belediye Başkanı Özlem Çerçioğlu, partisinden istifa ederek AKP’ye geçti.
Bu geçişin açılan dava ve soruşturmalarla alakası olmadığını söylemek için kör ve sağır olmak lazım.
Erdoğan, büyüyen CHP’yi yolsuzluk, rüşvet ve bu tip transferlerle durdurmak istiyor. Yargı üzerinden CHP’yi ezmeye çalışıyor. Onun üzerinden diğer partilere de mesaj veriyor.
Ancak bu tip operasyonların başarısı o ülke siyasetçisinin kalitesi ile doğrudan ilgili. Bir fikrin ahlakına bürünmüş insanlara kolay baş eğdiremezsiniz. Ne yazık ki öyle bir insan tipi artık yok.
AKP,yirmi üç yıllık iktidarı boyunca en büyük darbeyi insana vurdu, onu metalaştırıp, bir ticari mal haline getirdi. Ahlaklı siyaset vaadiyle gelip,Cumhuriyet tarihinin en yoz siyasetine imza attı.
1977 yılında Adalet partisinden milletvekili seçilen 11 kişi CHP’ye geçmiş, Ecevit’in hükümet kurması sağlanmıştı. Tarihe ‘Güneş Motel Olayı’olarak geçen olay büyük tepki görmüştü.
Aradan neredeyse yarım asır geçti, şimdi benzer transferleri Erdoğan yapıyor. Dünle bugün arasındaki en büyük fark, dün büyük tepki alan milletvekili transferlerinin bugün alkışla karşılanması.
İnsanlar fikir değiştirebilir, partisi ile duygusal kopuş yaşayabilir, bu gibi durumlarda istifa anlaşılabilir bir durumdur.
Ama soruşturmalardan kurtulmak, parti değiştirmeyi ticari kazanç aracı yapmak en hafif tabirle seçmene ihanettir.
Daha kötüsü de şudur; bir partiye oy veriyorsunuz, ama oyunuzu biri alıp rakip partinin sandığına döküyor. Bu durumda seçimin bir anlamı kalır mı? Hangi partiye oy verirseniz verin o oylar sonunda başka bir partinin sepetine gidiyor. Sandıkta kazandığınızı yolda kaybediyorsunuz .
Demokrasi çoğulculuktur, iktidar kadar muhalefetin de söz hak ve hürriyetinin olmasıdır! Muhalefetin yargı yoluyla susturulduğu, işlevsizleştirildiği bir ülkede demokrasiden söz edilemez. Türkiye uzun zamandan beri ‘ yalandan’ bir demokrasidir.
Çerçi’nin katılımda yaptığı konuşma ve daha önce görevden alınan bakanların kullandığı üslup bunun açık bir göstergesidir. Çerçioğlu “Cumhurbaşkanı’nın himayesi ile hizmet etmeye devam edeceğini söyledi. İstifa eden bakanlar için ise hep ‘affını istediği’ ifadesi kullanılıyor. Ne demek CB’nin himayesi yahut affını istemek? Ülkede krallık mı ilan edildi? Bu ifadeler bir eşitler nizamı olan demokrasilerde asla telafuz edilemez. Kimse şu veya bu faninin himayesi altında değildir, herkes kanunların koruması altındadır. Bu ifadeler ancak hukukun yerini kişi iradesinin aldığı tek adam rejimlerinde konuşulur. Af, bir kusur veya yanlıştan dolayı muhatabından dilenen özürdür. Görevden ayrılırken bu kelimeyi kullanmak; “ senin gibi yüce bir şahsiyetin riyaseti altında çalışıp sana layık olamadığım için affet demektir. Kişinin kendini ezmesi, muhatabının egosunu şişirmesidir. O ego şişirildikçe zararını millet görüyor.
Parti değiştirmelerin bir vechesi de şudur: bu tip operasyonlar en büyük zararı muhalefete verdi vermeye devam ediyor.
Erdoğan, son on yılda neredeyse tüm muhalefet liderlerini yanına çekti. Süleyman Soylu öyle esip gürlüyordu ki, herkes “zinhar bunun yolu asla Erdoğan’la kesişmez” diye düşünüyordu. Bir gün baktık ki, kanat takıp AKP’ye uçmuş. Numan Kurtulmuş, “Harun olacağız diye geldiler Karun oldular”diyordu. O da bir gece ansızın Erdoğan’a biat etti. Destici’yi ise hiç söylemiyorum. Bir milletvekilliği için rahmetli Yazıcıoğlu’nun partisini nefsine alet etti. Şimdi bir o tarafa bir bu tarafa sallanıp duruyor.
Bahçeli ise öyle şeyler söylüyordu ki, kimsenin aklına bu da gider ihtimali gelmiyordu. O da gitti hem de öyle bir gitti ki,Erdoğan’la yapışık ikiz oldular. Son tüccar Sinan Ogan’dı. Erdoğan CB olmasın diye kendisine verilen oyları altın tepsi içinde Erdoğan’a sundu. Ancak tepside sadece milliyetçilerin oyları yoktu, kendi şahsiyeti, itibarı da vardı, onları da aynı tepsi içinde Erdoğan’ın ayakları dibine attı. Muhalefetin en büyük çıkmazı budur. Vatandaş gidenlere bakarak “ya bu kalanlar da bizi aldatıp giderse” diye muhalefete güvenip bağlanamıyor. Erdoğan’ın asıl hedefinin de bu olduğunu, böyle bir algı oluşturmak olduğunu düşünüyorum. Muhalefete güveni ne kadar sarsarsa vatandaşı o kadar kendine mecbur eder. Muhalif seçmende gittikçe pekişen ‘oy verecek parti ve lider mi var’ güvensizliği bu parti değiştirmelerden besleniyor. Sonuçta iktidar sandıkta kazanamadığını kazanıyor, muhalefet sandıkta kazandığını kaybediyor. Bir ülkede siyasi ahlak bitmişse her şey mübah olur. Hele bir de buna İslami bir kılıf bulunmuşsa… Her şeyi çürüttüler bir gün gidecekler ama arkalarında nesiller boyu temizlenemeyecek maddi ve manevi enkazlar bırakarak…
CHP’nin Aydın Belediye Başkanı Özlem Çerçioğlu, partisinden istifa ederek AKP’ye geçti.
Bu geçişin açılan dava ve soruşturmalarla alakası olmadığını söylemek için kör ve sağır olmak lazım.
Erdoğan, büyüyen CHP’yi yolsuzluk,rüşvet ve bu tip transferlerle durdurmak istiyor. Yargı üzerinden CHP’yi ezmeye çalışıyor. Onun üzerinden diğer partilere de mesaj veriyor.
Ancak bu tip operasyonların başarısı o ülke siyasetçisinin kalitesi ile doğrudan ilgili. Bir fikrin ahlakına bürünmüş insanlara kolay baş eğdiremezsiniz. Ne yazık ki öyle bir insan tipi artık yok.
AKP,yirmi üç yıllık iktidarı boyunca en büyük darbeyi insana vurdu, onu metalaştırıp, bir ticari mal haline getirdi. Ahlaklı siyaset vaadiyle gelip,Cumhuriyet tarihinin en yoz siyasetine imza attı.
1977 yılında Adalet partisinden milletvekili seçilen 11 kişi CHP’ye geçmiş, Ecevit’in hükümet kurması sağlanmıştı. Tarihe ‘Güneş Motel Olayı’olarak geçen olay büyük tepki görmüştü.
Aradan neredeyse yarım asır geçti, şimdi benzer transferleri Erdoğan yapıyor. Dünle bugün arasındaki en büyük fark, dün büyük tepki alan milletvekili transferlerinin bugün alkışla karşılanması.
İnsanlar fikir değiştirebilir, partisi ile duygusal kopuş yaşayabilir, bu gibi durumlarda istifa anlaşılabilir bir durumdur.
Ama soruşturmalardan kurtulmak, parti değiştirmeyi ticari kazanç aracı yapmak en hafif tabirle seçmene ihanettir.
Daha kötüsü de şudur; bir partiye oy veriyorsunuz, ama oyunuzu biri alıp rakip partinin sandığına döküyor. Bu durumda seçimin bir anlamı kalır mı? Hangi partiye oy verirseniz verin o oylar sonunda başka bir partinin sepetine gidiyor.Sandıkta kazandığınızı yolda kaybediyorsunuz .
Demokrasi çoğulculuktur, iktidar kadar muhalefetin de söz hak ve hürriyetinin olmasıdır! Muhalefetin yargı yoluyla susturulduğu, işlevsizleştirildiği bir ülkede demokrasiden söz edilemez. Türkiye uzun zamandan beri ‘ yalandan’ bir demokrasidir.
Çerçi’nin katılımda yaptığı konuşma ve daha önce görevden alınan bakanların kullandığı üslup bunun açık bir göstergesidir. Çerçioğlu “Cumhurbaşkanı’nın himayesi ile hizmet etmeye devam edeceğini söyledi. İstifa eden bakanlar için ise hep ‘affını istedi’i’ ifadesi kullanılıyor. Ne demek CB’nin himayesi yahut affını istemek? Ülkede krallık mı ilan edildi? Bu ifadeler bir eşitler nizamı olan demokrasilerde asla telafuz edilemez. Kimse şu veya bu faninin himayesi altında değildir, herkes kanunların koruması altındadır. Bu ifadeler ancak hukukun yerini kişi iradesinin aldığı tek adam rejimlerinde konuşulur. Af, bir kusur veya yanlıştan dolayı muhatabından dilenen özürdür. Görevden ayrılırken bu kelimeyi kullanmak; “ senin gibi yüce bir şahsiyetin riyaseti altında çalışıp sana layık olamadığım için affet demektir. Kişinin kendini ezmesi, muhatabının egosunu şişirmesidir. O ego şişirildikçe zararını millet görüyor.
Parti değiştirmelerin bir vechesi de şudur:bu tip operasyonlar en büyük zararı muhalefete verdi vermeye devam ediyor.
Erdoğan, son on yılda neredeyse tüm muhalefet liderlerini yanına çekti. Süleyman Soylu öyle esip gürlüyordu ki, herkes “zinhar bunun yolu asla Erdoğan’la kesişmez” diye düşünüyordu. Bir gün baktık ki,kanat takıp AKP’ye uçmuş. Numan Kurtulmuş, “Harun olacağız diye geldiler Karun oldular”diyordu. O da bir gece ansızın Erdoğan’a biat etti. Destici’yi ise hiç söylemiyorum.Bir milletvekilliği için rahmetli Yazıcıoğlu’nun partisini nefsine alet etti. Şimdi bir o tarafa bir bu tarafa sallanıp duruyor.
Bahçeli ise öyle şeyler söylüyordu ki, kimsenin aklına bu da gider ihtimali gelmiyordu. O da gitti hem de öyle bir gitti ki,Erdoğan’la yapışık ikiz oldular. Son tüccar Sinan Ogan’dı. Erdoğan CB olmasın diye kendisine verilen oyları altın tepsi içinde Erdoğan’a sundu. Ancak tepside sadece milliyetçilerin oyları yoktu, kendi şahsiyeti, itibarı da vardı, onları da aynı tepsi içinde Erdoğan’ın ayakları dibine attı. Muhalefetin en büyük çıkmazı budur. Vatandaş gidenlere bakarak “ya bu kalanlar da bizi aldatıp giderse” diye muhalefete güvenip bağlanamıyor. Erdoğan’ın asıl hedefinin de bu olduğunu, böyle bir algı oluşturmak olduğunu düşünüyorum. Muhalefete güveni ne kadar sarsarsa vatandaşı o kadar kendine mecbur eder.Muhalif seçmende gittikçe pekişen ‘oy verecek parti ve lider mi var’ güvensizliği bu parti değiştirmelerden besleniyor. Sonuçta iktidar sandıkta kazanamadığını kazanıyor, muhalefet sandıkta kazandığını kaybediyor. Bir ülkede siyasi ahlak bitmişse her şey mübah olur. Hele bir de buna İslami bir kılıf bulunmuşsa… Her şeyi çürüttüler bir gün gidecekler ama arkalarında nesiller boyu temizlenemeyecek maddi ve manevi enkazlar bırakarak…
Bunun adı çürümedir
BU BİR ÇÜRÜMEDİR
Toplumsal ahlakla yönetenlerin zihniyet ve ahlak yapıları arasında bir paralellik vardır. Ahlaklı yöneticiler, ahlaklı bir toplum oluştururlar. Bir yerde çürüme varsa bu genelde yukarıdan aşağı doğrudur. İmam-ı Gazali,”bir toplumda önce ulema, sonra ümera( yöneticiler) en sonra halk bozulur” der. Halk, yönetenlerin dini üzerinedir” ifadesi de bu gerçeğe işaret eder.
Dinden kasıt, inanç ve ahlak biçimidir.
Korkunç bir yozlaşma var, bunun son örneği sahte diploma skandalı.
Bir çete, kamu kurumlarının elektronik imzalarını kopyalayarak yüzlerce, belki binlerce kişiye lise/ üniversite/ yüksek lisans ve doktora diploması/ derecesi vermiş. Yani aramızda eğitim görmemiş,sayısı meçhul doktorlar, hukukçular, mühendisler, öğretim üyeleri dolaşıyor.Her şeyin işportaya düştüğü bir yerde, -eğitimin- bundan vareste kalması düşünülemezdi. Diplomanın böyle alındığı yerlerde eğitimin hiç bir değeri olmaz.İddialar, ortaya çıkan manzaranın görünenden büyük olduğunu gösteriyor.
Bu tip olaylar, ülke siyasetinden ve ona hakim olan zihniyetten bağımsız düşünülemez.
‘Balık baştan kokar’ özdeyişi bu tecrübenin sonucudur. Yirmi üç yılda, en büyük darbeyi toplumsal ahlaka vurdular.
Toplum maddi ve manevi denetim mekanizmalarını kaybetti. Yargı siyasallaştığı için belli olayların üzerine zaten gidemiyor.Bizden olana herşey mübah, bizden olmayana herşey yasak. Ayrıştırıcı siyasetin yanına bir de ayrıştırıcı yargı eklendi.
Toplumun çimentosu ve ahlak rehberi olması gereken din bile “biz ve onlar” saflaşmasının aracı haline getirildi. Mevcut din anlayışı, sadece iktidara destek olanları İslam çerçevesinde tutup ötekileri dışarı atarak toplumda yeni çatlaklar yaratıyor. Öyle bir din algısı oluşturuldu ki, her türlü yolsuzluk, ahlaksızlık, yasadışılık dini mücadelenin bir parçası sayıldı. Bizden olmayan her türlü muameleye layık görüldü. Toplum bile bile ve bilinçli olarak bu noktaya getirildi. İktidarda kalmak uğruna dinin elmastan ölçüleri tahrip edildi.
Diploma sahtekarlığının yanında sahte belge ile binlerce kişinin vatandaş yapıldığı da ortaya çıktı. Her yer dökülüyor. Bunu önleyecek herhangi bir mekanizma bırakılmadı. Öcalan’a yapılan yaltakçılığı da aynı çürüme ve yozlaşmanın bir sonucu olarak görmek lazım. Göreceksiniz, sahte diploma skandalı da, sahte vatandaşlık da bu ortamı hazırlayan iktidara dokunmasın diye birkaç kişiyle sınırlı bir cezalandırma ile kapatılacaktır. Önemli olan hukukun, ahlakın vicdanın ne dediği değil, iktidara her yol münahtır anlamında fetvalar veren saray hocalarının ne dediğidir.
Ne demişti Hayrettin Karaman:”yolsuzluk hırsızlık değildir” yarın da “Müslümanların her yolla diploma sahibi olması sahtekarlık değildir” diyebilir. İpin ucu bir defa kaçmayagörsün.
Bu çürümede, Diyanet ile,
Saray’la paralel hareket eden hocaların büyük payı ve vebali var.İslamı bir çürütme aracı olarak kullandılar.Dini kullanarak insanları ahlaka değil siyasete, Saray’a uşaklığa çağırdılar. Oysa yargı ve din, sağlıklı bir toplum oluşturmanın iki ana düzenleyicisidir. Bugün ikisi de tam tersi amaçlarla kullanılıyor. Bu gidişi durduracak herşeyi yok ettiler. Geriye bir avuç insanın “ Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak” feryatları kaldı.
Apo, en sonunda muradına erişti, birinci çözüm sürecinden beri mecliste bir komisyon kurulmasını istiyordu, kuruldu.
Amaç terör meselesini ‘Kürt Sorunu’ adı altında meclise taşıyarak böyle bir sorunun varlığını kabul ettirmekti. Kurulan komisyonla bunu kabul ettirmiş oldu.
Başta PKK şartsız silah bırakacak demişlerdi.
Kimse şartsız bir silah bırakma olacaksa bu komisyon neyi konuşacak diye sormuyor.
Birinci çözüm sürecinde yaşananlardan dolayı Erdoğan ve ortağı Bahçeli, ısrarla CHP’nin komisyona girmesini istediler. Amaç riski paylaştırmaktı. CHP’nin eline önemli bir fırsat geçti, “Bu komisyonun demokratikleşme ve terör sorununun çözümü ile alakası yok, esas amacı Erdoğan’a ölünceye kadar krallık yolunu açmaktır, biz bu oyunun bir parçası olmayacağız, sizi DEM P. ile başbaşa bırakıyoruz” deseydi, kendi sınırlarını çok aşan bir ivme kazanırdı. Bunu yapmadı, kendini paralasa alacağı en fazla yüzde 2-3’lük bölge oyu için büyük bir kitleyi feda etti.
Bütün bir siyasetini İmamoğlu’nun tutukluluğu üzerine kurdu. Zaman zaman halkın gündeminden uzaklaştı.
Tutuklamaların bir kısmı zaten CHP’yi masada oturmaya, baş eğmeye zorlamak içindi. CHP masaya oturarak bu baskıya boyun eğdi.
Özel’in “ salt çoğunluk değil nitelikli çoğunluk isteriz” talebi tamamen gelen tepkileri azaltmaya yönelik taktik bir hamleydi. Önceden konuşulmuş olacak ki, meclis başkanı Kurtulmuş, hemen bu öneriyi kabul ettiklerini açıklayarak kararların beşte üç çoğunlukla alınacağını söyledi. Böylece CHP masaya oturmadan talebini kabul ettirmiş gibi bir hava oluşturuldu. Oysa gerçekte salt çoğunlukla beşte üç çoğunluk arasında hiç bir fark yok. Komisyonun üye sayısı İYİ parti üye vermediği için 48. Nitelikli çoğunluk 29 , CHP’nin üye sayısı 10. Bu sayı ile CHP komisyonun hangi kararını engelleyebilecek?
Beşte dört çoğunluk denilseydi 10 üye ile bazı kararları engellemek mümkün olabilirdi.
Özel, komisyona katılma kararı ile aslında AKP ve MHP’nin çıkaracağı her kararın bir parçası oldu.
Bahçeli’nin Öcalan’ı meclise davetinden beri, örgüt silah bırakmaya karşı ne istediğini Kandil postası ile açık açık söylüyor.
Televizyon kanalları maskesini çıkaran bölücülerle doldu. Sadece onlar konuşturuluyor. Sessiz çoğunluğun, şehit ailelerinin, terör mağdurlarının ne düşündüğü kimsenin umurunda değil.
Bu taleplerin sadece birini bile yerine getirmek Türkiye’nin ve Türk milletinin birliğinden vazgeçmektir. Milletin kaderini bir örgütün eli kanlı lideri ile konuşmak o milletin bütün moral değerlerini ayaklar altına almaktır.
Herkes biliyor ki, o masada sadece partiler yok, İmralı’nın, Kandil’in gölgesi de masada. Halbuki düne kadar ne diyorlardı: “ biz asla teröristlerle konuşmayız, pazarlık yapmayız, böyle bir cibilliyetsizliği kabul etmeyiz” Peki şimdi o masada kim oturuyor?
PKK ile halvete giren kim, rest çeken kim?
Meydanda birbirine sallayıp duranlar şimdi aynı masadalar. Aslında yok birbirlerinden farkları. Sadece aynı senaryonun farklı rollerini paylaşıyorlar. Artık iki türlü siyaset var, DEM P. ile masa kuranlar, milletle masa kuranlar. Kazanacak olan er geç millettir. CHP yanlış tarafta durarak kendi yolunu kendisi kesti.
Bundan böyle yoluna bir tekeri patlak olarak devam edecek…