28 Ekim 2025 Salı
SAADET PARTİSİ ELAZIĞ İL BAŞKANLIĞI SÜRSÜRÜ’DE MAHALLEMİZDE SAADET VAR ÇALIŞMASI GERÇEKLEŞTİRDİ.
Cezmi Orkun yazdı...Sis dağılınca...
Semih Işıkver'den Elazığspor’a Dev Prim Desteği: “Bizler İnandık, Siz de İnanın!”
Av. Dr. İrfan Sönmez'in kaleminden...Bir hatıra ve İslam’ı yiyen İslamcılık
Букмекерская Контора «париматч»: Обзор Компании И Ее Особенностей
Mustafa Gümüş Özbay'ın Kaleminden.....
Yargıtay 11.Hukuk dairesi başkanı Abdullah Yaman, Yeni Şafak gazetesinin kendisini hedef alan yayınlarına verdiği cevap, Cumhuriyet gazetesi tarafından manşete taşındı.
Yeni Şafak, Yaman’ın, çift numaralı aylarda görüşülmesi gereken dosyaları tek numaralı heyete aktararak dosya manipülasyonu yaptığını iddia ediyor ve hedefe aldığı kişilerle ilgili hep yaptığı gibi Yaman’ı Fethullahçılıkla suçluyordu.
Yaman’ın bu iddialara cevabı sert oldu ve iftiraların nedeninin “Yeni Şafak çetesinin haram yoldan birilerinin malına çökmelerine imkân ve fırsat vermemek olduğunu belirtti.
Bu olay bana yılar önce yaşadığım bir olayı hatırlattı: 28 Şubatlı yıllardı. Öğretim görevlisi bir arkadaşımla birlikte –en İslamcı, en radikal geçinen – bir gazetenin internet sitesinde yazılar yazıyorduk. Yazılarımız bazen o gazete de manşete taşınıyor, gündem belirliyordu. Site yönetimine göre internette en çok okunan yazardım.
Bu gazete bir süre Türkiye’nin en büyük holdinglerinden biriyle ilgili yazılar yazmaya başladı. Güya o holding yönetimi fabrikalarında, iş yerlerinde baş örtülü hanımların çalışmasına izin vermiyor, din düşmanlığı yapıyordu.
Holding yöneticisinin bir yakını öğretim görevlisi arkadaşımı tanıyormuş, gazetenin internet sitesinde yazdığını görünce -faydası olur, bu yanlışlık izale edilir- diyerek arkadaşımın uçak biletlerini göndererek İstanbul’da şirket merkezine davet etti. O arkadaş gitti, şirketin en üst iki yöneticisi ve sahiplerinden biri olan kişiyle görüştü. Kamuoyunun çok yakından tanıdığı O kişi, iş yerlerinde böyle bir yasak ve ayrımcılığın olmadığını, kendilerinin de Müslüman olduğunu, önümüzdeki haftalarda Umre’ye gideceğini, ama bunu kamuoyu ile paylaşmayı doğru bulmadığını, gazete sahibi ile görüşerek bu çirkin yayınlara son vermeleri için arkadaşımdan aracı olmasını ister. Arkadaşımın da o aile ile ilgili tereddütleri vardır ancak karşı tarafı dinleyip samimiyetlerini görünce tereddütleri izale olur, gazete sahibi ile görüşmeyi kabul eder.
Gazete merkezi İstanbul’dadır, arkadaşım gider gazete sahibi ile görüşür, böyle bir yasağın olmadığını, yayınların gerçeği yansıtmadığını söyler. Gazete sahibi ” tamam o zaman o holdinge dönük yayınlarımızı kesiyoruz,” der. Bir hafta- on gün yayın yapılmaz ama bir süre sonra tekrar aynı yayınlar daha sert bir üslupla yapılmaya başlar. Arkadaşım tekrar İstanbul’a holding merkezine davet edilir. Aynı Holding sahibi ve yöneticisi ile görüşür, holding sahibi gazeteyi rica, minnetle susturamayacağını, iftiraların devam edeceğini anlamıştır.Bu defa arkadaşıma “gazete sahibi ile görüş, bu yıl reklama şu kadar para ayırdık, o gazeteye de şu kadar reklam vereceğiz, bu yayınlara son versinler,”der. Arkadaşım gazete sahibi ile görüşür, reklam ve para işini söyler, o gazete bir daha o holdingle ilgili aleyhe en küçük bir yayın yapmaz.Başörtüsü paraya tahvil edilmiş,İslamcılık bitmiştir.
Arkadaşım kendisini de hayal kırıklığına uğratan bu olayı anlatınca kırıp dökmeden sitede yazmamaya karar verdik, kısa bir süre sonra da ayrıldık. Gazete sahibi iki defa beni arayarak yazmamı rica ettiyse de kabul etmedim. O gün ben de arkadaşım da bir iddiayı taşımakla onun ahlakına bürünmenin aynı şey olmadığını anladık.
Ne yazık ki, bugün İslamcılık paraya tahvil edilen bir şeydir ve İslam’a değil menfaatperestlerin saltanatına hizmet eden elverişli bir araçtır. Bu tip yayınlara kanıp arkalarına takılanlar ise onların çıkarlarına hizmet eden kurbanlardır. Yeni Şafak’ın Yaman’la ilgili yayınları o günden bugüne çok şey değişmediğini gösteriyor. Bu tip yayın organlarının elinde İslamcılık, İslam’ı yiyerek büyüyen bir kanser tümörüne dönmüştür.
Dil meselesi bugün ideolojikleşmiş bir meseledir ve konuşulacağı yer bir üniversitenin öğretim yılının açılışı değildir. Yeni öğretim yılı ile dil tartışmalarının ne alakası var? Kurtulmuş bunu bilmiyor değil,biliyor ama orada bu sözleri sarf ederek kendince Örgüt çevrelerine hoşluk yapıyor. Zaten bu noktaya gelişimizin arkasında da bu tür tavırlar, Örgüt taleplerini haklılaştıracak beyanlar yatıyor.
“Kimse ana dilini konuşmaktan menedilemez” diyor. Elbette menedilemez, ancak bu sözün anlamı tıpkı Örgüt çevrelerinin iddia ettiği gibi böyle bir engellemenin varlığını kabul etmektir. Allah aşkına, sokakta, caddede, evde,kısacası sosyal alanların hangisinde ve kim Kürtçe konuşmaktan engelleniyor? 12 Eylül döneminde çıkarılan ve kısa süre sonra kaldırılan bir yasayı dillerinde pelesenk ederek bir yasak algısı oluşturmaya çalışanların oyununa gelmektir bu. Geçmişe karşı mücadele verilmez, çünkü geçmiş geçmiştir, değiştirilemez. Mücadele, varsa bugünün haksızlıklarına,yanlışlarına karşı verilir. Bugün öyle bir yasak, öyle bir engelleme var mıdır? Kürtçe adına yoktur ama bazı yerlerde Türkçe adına vardır. Bu ülkede Artuklu Üniversitesinde uzun bir dönem Örgüt ve mahalle baskısıyla öğrenciler Türkçe konuşturulmadı. Güneydoğu’da bazı illerde bir yerden düğmelerine basılmışçasına bütün düğün salonları sadece Kürtçe müzikle hizmet veriyor. Bay Kurtuluş isterse bunu bölgede görev yapan valilere sorabilir. Bu spontane bir şey olsa, vatandaş böyle hoşlanıyor der geçersiniz, kimseyi de ilgilendirmez. Ama kendiliğinden işleyen bir durum değil bu,organize ve maksatlı.
Bir ülkenin kaderini, bekasını ilgilendiren konularda yönetenlerin konuşurken, politika üretirken çok dikkatli olmaları gerekir. Dil meselesi, ülkenin birliği, bütünlüğü ile ilgili bir meseledir. Ancak ortak bir diliniz varsa ortak bir kaderiniz olur. Birbirini anlamayan, birbiri ile konuşamayan bir topluluk ortak ülküler etrafında birleşemez. Millet, dil üzerinden kurulur,dilin ayrışması ulusun yok edilmesidir.
Dünyadaki neredeyse bütün etnik ayrılıkçı örgütlerin ilk hedefi dili ayrıştırmaktır. Önce etnik dil sisteme sokulur, zamanla ortak iletişim dili geri plana düşer, etnik dilin yoğun konuşulduğu coğrafyayı yavaş yavaş terk eder. Ortak iletişim dilinin çekildiği bölgelerden artık adı kalsa da devlet de çekilmiştir. Yahya Kemal onun için ” Türkçenin çekilmediği yerler vatandır” der. Dil meselesi sadece ana dilin konuşulması meselesi değildir, Türkçeyi belli coğrafyalardan kovma meselesidir.Evet veya hayır denilecek olan budur!
Bu mesele üzerine konuşanların dil parçalanmasının bunu deneyen ülkelerdeki sonuçlarına bakmaları gerekir. Önümüzde yeterince örnek var: Kuzey Irak’ta İngiliz işgali döneminden beri Kürtçe eğitim sisteminin içinde. 70’li yıllarda Mustafa Barzani Rusya’dan döndüğünde Irak hükümeti Kürtlere bakanlıklarda kontenjan da vermişti. Körfez savaşından sonra geniş bir özerklik de aldılar, ama bu hiçbir zaman ayrılıkçı çevreleri tatmin etmedi.Eylül 2017’de bölgesel yönetim bağımsızlık referandumuna giderek – o tarihe kadar kullandığı tüm argümanlarının- bağımsızlığa giden yolu açmak maksadına matuf olduğunu gösterdi. Etnik hareketlerin gerçek hedefi bağımsızlıktır,başka hiç bir şekilde tatmin olmazlar. Tatmin, ancak başaramayacaklarını anlamalarıyla mümkündür.
Belçika, üç ayrı dilin konuşulduğu bölgelere ayrıldı. Flamanlar ayrı bir bölgede, Fransızca konuşanlar ayrı bir bölgede. Flamanca konuşulan yerlerde Fransızca eğitim veren bir okula denklik tanınmıyor. Fransızca eğitim veren bölgelerde, Flamanca eğitim veren okullara denklik verilmiyor. Dil bölgelerine ayrılan Belçika’da her bölge öteki dili hasım kabul edip, diplomasını bile dikkate almıyor. Bu ayrışma coğrafyayı da ayrıştırdı, Flamanlar ayrı bir bölgede, Fransızca konuşanlar ayrı bir bölgede toplandı. Bunları “ Ana dille eğitim, Milliyetçilik ve AB Hukuku” isimli kitabımda genişçe yazmıştım. Bu rekabet yüzünden 3,5 yıl hükümet kurulamadı. Belçika’yı bugün bir arada tutan Avrupa Birliğinin merkezinin orada olmasıdır.
Farklı bir örnek ABD’dir. ABD anayasasında herhangi bir resmi dil tanımlanmış değildir, ancak 30’un üzerinde eyalette İngilizce resmi dil olarak kabul edilmiştir. Havai, Nev Mexico, Louisiana gibi eyaletlerde ise İngilizce resmi dil, azınlık dilleri ise eğitim dili olarak değil, kültürel bir zenginlik olarak desteklenmektedir. ABD’de İlkokuldan Üniversiteye kadar eğitim dili İngilizcedir.Bizde “farklılaşın” diyenler kendi ülkelerinde tam tersini uyguluyorlar.
Dil meselesinde belki daha farklı bir bakış açısı ve daha esnek çözüm girişimleri olabilirdi. Örgüt tarafından, bunun ayrışmanın cephaneliği haline getirilmesi bu yöndeki niyetleri frenlemiştir. Aynı dili konuşanlarla daha iyi iletişim kurmak veya bir dili, bir kültürü yaşatmak yerine onu bölme aracı olarak kullanmak hiçbir toplumda müsamaha ile karşılanmaz. Kurtulmuş’a yönelik tepkiler, bir dile olmaktan ziyade o dili kullanmak isteyenlerin amaçlarına katkı sunan, onları haklılaştıran tutumunadır. Ancak bu tepkiler, bölücü siyasetin bunu Kürt düşmanlığı olarak sunacak, bölge insanını yabancılaştırmasına malzeme olacak sertlikte olmamalıdır. Eleştirilerimiz ne kadar yol gösterici ve makul olursa o kadar etkili olur. Bağırmak kulağa ve duygulara, sükûnet kalbe ve şuura hitap eder. Bu meseleyi düşünürken şu gerçeği hiçbir zaman unutmamalıyız: Etnik milliyetçilik bir tarih ve ulus inşasıdır. Her talebi bu amacı gerçekleştirmek içindir.
Öcalan medyanın dilinden rahatsızmış, İmralı’ya haftalık tavafını yapıp dönen Pervin Buldan öyle diyor.
“Terörsüz Türkiye” için bebek katiline bebek katili demeyecekmişiz. Apo’yu tıpkı Erdoğan ile Bahçeli gibi ‘kurucu önder’ olarak tesmiye edecekmişiz.
Ama hayatının baharında toprağa düşen şehitlerimize de ‘ ceset’ denilmesine katlanacakmışız. Yani Türkçesi, Apo’yu yaptığı ihanetlerle anmak yasak ama şehitlerimizi değersizleştiren her ifade serbest olsun istiyorlar.
Bir tarafın, öteki tarafın sinir uçlarına dokunduğu kışkırtıcı bir dil ile barış olur mu?
Bilhassa Bahçeli’nin aşağıdan alan mahkûm dili bu çirkin üslubun benzini olmuştur.
Bir terör örgütünün silah bırakması için günün her vaktinde liderini parlatmanın, günahlarını örtmenin bu tip süreçlerde faydası olmaz. Yapılan her övgü karşı tarafın cüret ve cesaretini artırır. Talep çıtasını yükseltmesine neden olur.
Bir istiyorsa bin istemeye başlar. Daha önemlisi, bu tip övgülerin evlatlarını kaybeden ailelerin manevi dünyasında açacağı yara ve atide benzer tehditlerle karşılaşma durumunda sebep olacağı milli refleks kaybıdır. Haini ödüllendiren bir sistem vatan savunmasını sahipsiz bırakır, en büyük zararı ülkeye verir.
Bir örgüt, lideri şişirilerek etkisiz hale getirilmez, bu üslup, Örgüt çevresinde mücadelelerinin haklılığına olan inancı artırır.
Nitekim bu edilgen tavırdan sonra DEMP eş başkanı Bakırhan,” anayasal vatandaşlık olmalı, ana dilde eğitim için düzenleme yapılmalı ve yer isimleri iade edilmeli” diyerek “ şartsız” denilen süreçle ilgili partisinin şartlarını açıkladı. Bu taleplerin ilk ikisi için anayasanın değişmesi şart. Anayasal vatandaşlıktan kasıt Vatandaşlığın Türklükle ilişkilendirilmesine itirazdır.
Dil meselesinde ise okullarda Kürtçe seçmeli ders. Kimsenin dilini öğrenmesine engel olunmuyor, onca ideolojik kışkırtmaya rağmen vatandaş bildiği bir dili bir defa daha öğrenmeyi abes buluyor ve bunu tercih etmiyor.
Öte taraftan bazı bölgelerde özellikle düğünlerde Kürtçe dışında müzik kullanmama yönünde ciddi mahalle baskısı yapılıyor. Bir taraftan özgürlük ve demokrasi nutukları atılırken öbür taraftan bölgede Türkçe’nin önünü kesmek için her şey yapılıyor.
Yer adlarının gerçekte bölücü söyleme kazandıracağı bir şey yok. Yavuz Selim döneminin tahrir defterlerinde bile Anadolu’da yer isimlerinin büyük ekseriyeti Türkçedir. Yer isimleri iade edilsin diyenler mesela Kobani’ye gelince önceki ismi olan Ayn El Arap ismine dönmeyi şiddetle reddediyorlar. Oysa Kobani’den önce bölgenin ismi Arapça ve Ayn El Arap’tı. Kaldı ki, Kobani’de Kürtçe değil, ingilizce Company’den bozmadır.
İsimler adını taşıdıkları yerlerin tapuları ve bir nevi aidiyet belgeleridir. Taleplerin arka planında isim değiştirerek sahiplenme amacı yatıyor.
Ne yazık ki, sonucunu hesap etmeden buna müzahir olan güya demokrat veya liberal şapkalı bir kitle de var. Bu kafayla gidildiğinde İstanbul’a Kostantin, İzmir’e de Smyrna dememiz gerekir. Bunun sonunun nereye varacağını ve kimlerin ekmeğine yağ süreceğini söylemeye gerek yok.
Üzücü olan, bütün bu olumsuzluklara mecliste sadece İYİ parti ve lideri sn Müsavat Dervişoğlu’nun tepki göstermesi, milletin hukukunu onların korumaya çalışmasıdır. Onun için bilinçli olarak İYİ partinin oyları sipariş anketlerde kırpılarak küçük gösteriliyor.
İYİ partinin itirazlarının küçük bir çevrenin itirazları olduğu imajı verilmeye çalışılıyor. Bir partinin yüzde 5’i temsilen itiraz etmesi ile yüzde 20’yi temsilen itiraz etmesi bir değildir. Tepki ne kadar küçük gösterilirse milletin kaderi ile oynamak isteyenlerin eli o kadar güçlenir. Azı kimse dikkate almaz.
Onun için İYİ partinin fikri, söylemi ve cüssesi ile büyümesi gerekiyor. Milliyetçi siyaset ne kadar büyürse yanlış politikaları engelleme kabiliyeti o kadar artar. Bu ses ve siyaset dalga dalga büyümeli, büyütülmelidir. Türkiye’nin buna en çok şimdi ihtiyacı var.
Yeni Yasama yılının açılışında bazı liderlerin Erdoğan’la verdiği resim farklı tepkilere neden oldu.
Bazıları bunu- Saraya yanaşma arzusu-olarak gördü,muhalefet liderlerine ağır eleştiriler yöneltti.
Fotoğrafta bulunanlar olayın gerçek yüzünü anlatsalardı muhtemelen bu tepkilerin çoğu olmayacaktı.
Doğru analiz yapabilmek için önce olayı doğru anlamak gerekir.
Bir defa davet sahibi Erdoğan değil, meclis başkanı Numan Kurtulmuştu.
Davetin böyle bir resim alma amacı taşımadığı şuradan belli; muhalefet liderleri salona girdiklerinde oturacak yer bulamıyorlar. Numan Kurtulmuş kendi sandalyesini Davutoğlu’na veriyor, Babacan için de bir sandalye getirilip yanına konuluyor, Fatih Erbakan ise yer bulamadığı için çıkıp gitmez zorunda kalıyor.
Fotoğrafın hikayesini GP grup başkanı Selçuk Özdağ açıkladığı için teferruata girmiyorum. Demekki, davette Liderlere yönelik bir tezgah yok.
Ancak basına servis edilen resim için aynı şeyleri söylemek mümkün değil.
Resmi servis edenler, muhalefet liderleri ile CHP ve kendi tabanları arasında bir güven bunalımı yaratmak istemiş olabilirler, eğer amaçları buyduysa bunda başarılı da oldular. Liderlerin sosyal medya hesaplarına yapılan yorumlara bakıldığında bunu görmek mümkün. PKK komisyonuna girip onun siyasi kanadı ile halvete girenleri eleştirmeyenler hiç bir siyasi yanı olmayan bu fotoğrafı eleştiriyorlar. Bu açıkça bir çifte standart ve partizanlık kaynaklı körlüktür.
Diğer taraftan vatandaşın bu konudaki endişelerinde haksız olduğu da söylenemez,zira yakın geçmişte yaşananlar – bu korkuyu tetikliyen örneklerle dolu. Sadece şu son birkaç ay içinde AKP’ye geçen milletvekilleri ve belediyeler bile bu korku ve tepkileri anlamak için yeterlidir.
Tepkilerin hepsini aynı kefeye koymak elbette mümkün değil, bir kısım muhalif seçmen aynı şeyleri bir defa daha yaşamak istemiyor, tepkileri ile bu niyette olanları frenlemek istiyor olabilir. Bu haklı hassasiyeti de gözardı etmemek gerekir.
Bu olay, muhalif seçmenlerin – liderleri- nerede ve nasıl görmek istediklerini ve AKP karşıtlığının parti sadakatini aştığını gösterir.
Tepkilerin tercümesi , liderlere “siz gitseniz bile biz gitmeyeceğiz, asla o şemsiyenin altına girmeyeceğiz” mesajıdır.
Ancak bu tepkilerden iktidarın da alması gereken dersler var; siyaset bir savaş değil, partiler de – birbirine düşman- odaklar değildir.
Tepkilerin bir fotoğrafa tahammül edemeyecek boyutlara varması, Erdoğan’ın üslubu ve siyaset tarzı ile ilgilidir. Uzun yıllardır muhalif seçmene ikinci sınıf insan muamelesi yapılıyor.
Biraz ileri giden yargı sopası ile dövülüyor.
İktidar, yandaşa farklı, muhalife farklı davranarak,muhalif seçmeni kendi devletinin karşıtı durumuna düşürüyor.
Mülakatlar yoluyla muhalif seçmenin çocuklarına devlet kadroları kapatılıyor. Bu da haksızlığa uğramışlık duygusunu her gün biraz daha derinleştirip, muhalefeti daha çok biliyor. Dolayısıyla gösterilen tepkiler adaletsizliğedir.
Haksızlığa, kayırmacılığa, insan yerine konulmamayadır. Tepkiler, Türk vatanına ortak aramaya,vatandaşı aç sefil bırakan kötü yönetimedir. Bu “bizden ondan” düzeni devam ettiği takdirde yarın iktidar değişikliği bile bu kitleyi tatmin etmeyecek, devri sabık yaratılmasını isteyecektir. Şunu unutmayalım; rüzgar eken fırtına biçer! Bu tepkiler işte o fırtınanın habercisidir.
Çok iddialı bir söz olacak ama “adaletin olmadığı yerde din de yoktur.”
Bir din, adaleti, doğruluğu emretmesine rağmen, uygulamada bu yoksa, o ülkede din sadece bir propaganda aracından ibarettir. Dahası, adaletle devlet arasındaki ilişkidir, devletin güç kullanma hakkına sahip olması adalet ve toplum güvenliğini sağlamak içindir.
Zayıfın hakkını kuvvetliden alabilmek için, o kuvvetliden daha büyük bir kudrete sahip olmak gerekir. Devlete o kudret onun için verilir. Bu işlevini yerine getirmediği takdirde meşruiyeti tartışılır hale gelir.
Ayşe Barım, bir sanatçı menajeri, ekranlarda gördüğümüz birçok sanatçı onun şirketine bağlı olarak çalışıyor.
Barım, önceki gün ev hapsi tedbiri ile tahliye edildi. Bir gün sonra Cumhuriyet Başsavcılığının itirazı ile tutuklandı. Benzer bir olay Kavala dosyasında da yaşanmış, Kavala hapishane kapısından geri çevrilmişti.
Barım davasında ihbarcı olan kişi, Barım’ı tanımadığını, herhangi bir eylemine tanık olmadığını, sosyal medyadaki iddialara bakarak ihbarda bulunduğunu söyledi.
Bir dosyada tek delil buysa bir kişiyi hürriyetinden etmek en hafif tabirle vicdansızlıktır.
Bir mahkemenin bıraktığını başka bir mahkemenin tutuklaması – yargının- ne hale geldiğinin açık bir göstergesidir. Aynı davada, aynı delillerle iki farklı kararın çıkması mahkemelerden birinin hukukla değil başka saiklerle hareket ettiğini gösterir. O saik, siyasetin yargı üzerinde kurduğu vesayettir.
Aynı siyasi tutumu CHP’ye yönelik operasyonlarda da görmek mümkün. Kurultay ve Kayyum davasında YSK başka bir şey söylüyor, mahkeme başka bir şey söylüyor. Son olarak Ankara Büyükşehir Belediyesine operasyon yapıldı. İddia, bazı konser organizasyonlarında yolsuzluk yapılarak görevin kötüye kullanıldığıydı. Müfettiş raporuna göre 145 milyon.TL kamu zararı oluşmuştu.
Bu operasyonun hak ve adalet temelli olmadığını söylemeye gerek yok. Eğer temel çıkış noktası adalet olsaydı sadece dinazorlu parkla bunun tam 7 katı kamu zararına neden olan Melih Gökçek’in şimdi sanık sandalyesinde olması gerekirdi.
Onca suç duyurusuna, Savcılığa sunulan dosyalara, Sayıştay raporlarına rağmen, Gökçek hakkında hiçbir işlem yapılmadı. Çünkü Gökçek, yaptığı işlerin hiçbirinde yalnız değildi, ne yaptıysa üstündekilerle birlikte yaptı. İçeri alınınca konuşacağını bildiklerinden onu yargıya teslim etmeyerek aslında ondan çok kendilerini koruyorlar.
17/25 Aralık yolsuzluk operasyonlarını hatırlayın, olaya karışan bakanlar Yüce Divan’a gönderilecekken” üstümüzdekileri öteriz” dedikleri için AKP grubu gönderilmeme yönünde oy kullanmıştı. O gün meclis, onlarca delil ve belgeye rağmen adaleti, hukuku askıya almış, dört bakanın yargılanmasını engellemişti.
O olaydan sonra iktidarın kimyası iyice bozuldu, bütün gücünü – yargıyı- kendi vesayeti altına almaya teksif etti. İşte bugün ortaya çıkan tablo 17/25 Aralık’ın yarattığı travmanın neticesidir.
Adalet nutukları atmak kolaydır, zor olan aleyhinize de olsa adil olmaktır. Bunun yolu yargı bağımsızlığı ve kuvvetler ayrılığıdır. Olayları şahsileştirip toplumun bazı kesimlerine düşman muamelesi yapmamaktır.
Hukuk kimsenin kimliğine, siyasi görüşüne bakmaz, iş ve eylemlerine bakar. Bugün bazı yerlerde yargı, muhatabının siyasi kimliğine bakıyor, onun için de verdiği kararlar inandırıcı ve adil bulunmuyor. Tarafsız bir yargı gözünü sadece muhalefete dikmez, yasaları çiğneyen herkese diker. 17/25 Aralık’ın üstünü örtmez, Gökçek ve öteki Belediyelerin yaptıklarına kör olmaz.
Suçluyu cezalandırır, mağduru korur. Adamına veya partisine göre yargılama yapmaz. Bugün Ayşe Barın ve benzeri birçoklarına yapılan budur.
Hukukta bizden olmayan suçludur diye bir yasa yoktur. Dindarlık, devlet işlerinde adaleti temel almayı gerektirir. Son birkaç yıldır adalet, iktidarda kalma adına askıya alındı. “Devletin dini adalettir” sözü unutuldu. Olan Terkiye’ye oldu.