28 Mayıs 2025 Çarşamba
EKUT Yoluna Yeni İsmiyle Devam Edecek
Cezmi Orkun yazdı...İhvancı anlayış zorda...
Semih Işıkver'den Elazığspor’a Dev Prim Desteği: “Bizler İnandık, Siz de İnanın!”
Av. Dr. İrfan Sönmez'in kaleminden...CHP’ye operasyonlar neyi hedefliyor?
Букмекерская Контора «париматч»: Обзор Компании И Ее Особенностей
Mustafa Gümüş Özbay'ın Kaleminden.....
İstanbul belediyesine operasyonlar sürüyor.
Bunun yolsuzluk veya rüşvet duyarlılığından kaynaklandığını söylemek çok zor. Gerçekten böyle bir hassasiyet olsa 17/25 Aralıktan başlayarak, bugüne kadar AKP’li belediyelerin tasarrufları, iktidarın yaptığı büyük ihalelerin hemen tamamının incelemeye alınması gerekir.
Deniz feneri davası sanıkları Almanya’da mahkûm olurken Türkiye’de dosyaları kapatıldı. İş adamı Cengiz’in birkaç yıl önce yaptığı bir telefon konuşması medyaya yansımıştı. Herkes o konuşmada Cengiz’in millete ettiği küfre takıldı. Oysa Cengiz aynı ses kaydında, bir bakandan, adını vererek yüzde şu kadar ile ihale aldığını da söylüyordu. Nedense konuşmanın esas vahim tarafı olan bu konu hiç konuşulmadı, arada kaynadı, gitti. Özgür Özel, kaç gündür AKP’li belediyelerle ilgili resmi Sayıştay raporları yayınlıyor. Kul hakkı nutukları atanlardan en küçük bir tepki sesi çıkmıyor. Çünkü dertleri yolsuzluk değil.
Önceki gün CB Erdoğan, CHP’yi birlikte anayasa yapmaya çağırdı. Erdoğan bunca operasyondan sonra CHP’nin kıvama gelmiş olabileceğini düşünmüş olabilecek ki, bu çağrıyı yaptı. Operasyonların bir sebebinin de CHP’yi pazarlığa zorlayıp, Erdoğan’ı Tanrı ilan etme anayasasına destek vermeye zorlamak. Zira bu kadar yetkiden sonra daha fazlasını istemenin başka bir adı olamaz! Muhtemelen Özel evet dese, belki operasyonlar ve tutuklamalar da duracak, hatta tutuklananlar belki de pazarlıklara bağlı olarak serbest bırakılacak.
Türk siyasetinde hiçbir zaman sahnenin önü ile arkası bir olmamıştır. Sahnede İslamcı, milliyetçi veya solcu olanlar sahnenin arkasında tam tersi bir politik kişilik sergileyebiliyorlar.
Bunun en bariz örneği sn Erdoğan ile Bahçeli’nin çizgileridir. Gerçekte ne Erdoğan İslamcı ne de Bahçeli milliyetçi. Bu sıfatlar sadece onların halkın önüne çıktıklarında giydikleri elbiseyi ifade ediyor. Bazı İnsanların çoğu zaman siyasi pozisyonları ile kişilik pozisyonları farklı olabiliyor. Ne demişti Erdoğan “ davam için papaz elbisesi bile giyebilirim” bu nedenle siyasetçilerin üzerindeki hangi elbisenin gerçek elbisesi olduğunu teşhis etmekte zorlanıyoruz. Ettiğimizde de iş işten geçmiş oluyor.
Gerçekte, dindar başka dini kullanmak başka, milliyetçi başka ondan nemalanmak başka. Aralarında dağlar kadar fark var.
Kısacası adaletle, insanların güven ve inançları ile bu kadar oynamamak gerekir. Çünkü adaletin olmadığı bir yerde artık bir devletin varlığından da söz edilemez. Toplumu ve ülkeyi bu kadar zorlamak doğru değil!
Son yıllarda Müslüman düşünürlerin en çok kafa yordukları konuların başında ‘hangi yönetim tarzının İslam’a daha uygun’ olduğu sorusu geliyor. Bu bağlamda, demokrasi ile İslam arasında şura ve danışma prensibinden hareketle ilişki kurmaya çalışılıyor.
Sudan’da Abdülvahap El Efendi, Moritanya’dan Şankıti, İran’da Şebüsteri ve Fas’ta Cabiri gibi düşünürler bu düşüncenin öncülüğünü yapan isimlerin bazıları…
Bu konunun gündemleşmesinin iki önemli sebebi var: birincisi, İslam dünyasının geriliği, Batı’nın refahı, istikrarı, zenginliği karşısında İslam dünyasının içinde bulunduğu sefalet ve içler acısı hali.
İkinci sebep ise, İslam dünyasına hâkim olan totaliter yönetimler…Dinin her türlü zulüm, adaletsizlik, hukuksuzluk karşısında bir susturucu olarak kullanılması…
Türkiye’de de bu yönde çalışmalar yürüten, eserler veren birçok isim var. Ama bu isimlerin yeterince etkili olduğunu söyleyebilmek mümkün değil. Bunda -din adamlarının- itibar kaybı ile iktidarı elinde tutanların ellerindeki kamu gücünü paylaşmak istememelerinin payı büyük.
Bu ve benzeri konular konuşulurken öncelikle şu sorunun gözden ırak tutulmaması gerekir: Her konuyu İslam’la irtibatlandırmaya çalışmak ne kadar doğru?
Bu, İslam’ın akla hiçbir alan bırakmadığı ve kıyamete kadar olabilecek her değişim ve dönüşüme önceden cevap verdiği anlamına gelir. Her konuyu dinde aramak dindarlık gibi gözükse de gerçekte bu akıldan ve dolayısıyla toplumsal gerçeklikten kopmaktır.
Oysa doğru olan; zamana, toplumların kültürüne, sosyolojik değişime bırakılan alanlarda zorlama yorumlarla dini referans aramak yerine, İslam’ın tornasından geçmiş bir akılla çağın ruhunu yakalamaktır. Zira, hakkında nas olmayan konularda, akla uygun olan Hakka da uygundur.
Müslüman sokağına demokrasi taşımak isteyenlerden biri de Mehmet Ocaktan.
“Müslüman Sokağında Demokrasi Hayal mi” isimli kitabı bu arayışın bir sonucu…
Ocaktan, “Müslümanlar, her çağın şartları içinde İslam’ın mesajını doğru okuyamadıkları için adaletli ve hakkaniyetli bir yönetim modeli oluşturamadıklarını“(s.25) söylüyor.
Bu doğru bir tespit, çünkü Müslümanlar, çağa göre düşünmenin yerine, geçmiş çağlara göre düşünen fakihlerin, alimlerin düşüncelerini iktibas ederek, günün sorunlarına çare bulabileceklerini sandılar. Her gün yeniden düşünmek yerine, geçmişi taklit etmeyi tercih ettiler. Fakihlerin kendi dönemlerine ışık tutan fetvalarını bugüne taşıdılar. Dünyanın değiştiğini, eski ile hal arasındaki uçurumun ne kadar açıldığını görmediler. Onun için din diye geçmişten tevarüs ettikleri dini reçeteler bugünün sorunlarına cevap olamayınca da bazıları inançlarından şüpheye düştü, bazıları daha doğru bir yol tutarak dikkatini düne değil, bugüne çevirdi. Bu da onları demokrasiye götürdü. Yazar, bugüne çare olmayacak dünün fetvalarından örnekler de veriyor: mesela: “kim iktidarı ele geçirirse geçirsin meşru idareci odur diyen Gazali ve Maverdi’nin bu görüşlerinin bugün despotizmi meşrulaştıracağını ” söyleyerek eleştiriyor.(s.92) Bu fetvaları din diye takdim etmenin, günümüz insanında yaratacağı -din tahribatına- işaret ediyor. Çünkü, akla aykırı olanı zorla din diye kabul ettirmeye çalışmak, insanı ya akıldan yahut dinden koparır.
Ocaktan, İslam’ın bir yönetim tarzı vazetmediğini söylüyor. Bu neredeyse İslam alimlerinin ortak görüşü. Şanlı Peygamber’in sahih sünnetinden hareketle bir siyasi düzen çıkarmak mümkün değil. O zaman olmayan ve bugüne ait olan bir şeyi, o zamanda aramak toplumsal değişimi görmemektir. Ne kadar çabalarsanız çabalayın, bugünkü anlamda bir milliyetçilik anlayışını, demokrasiyi veya millet kavramını o günün toplumunda göremezsiniz. Bunlar son iki üç asrın ortaya çıkardığı kavram ve sosyal yapılardır.
Peki, İslam yönetim için bir şey söylememiş midir? Ocaktan, “İslam her zaman, her yerde uygulanabilecek genel ilkeler belirlemiş ve bu ilkeler ışığında çağın şartlarına göre diğer konuları belirlemeyi Müslümanlara bırakmıştır.”(s.25) diyor ve o genel ilkelerin adalet, şeffaflık ve liyakat olduğunu belirtiyor. Öyleyse Müslüman aydınların yapacağı bu üç ayak üzerinden bir yönetim modeli inşa etmektir. Bu yapılabilmiş midir? Ne yazık ki, bu soruya müspet bir cevap vermek mümkün değil. Çünkü, Ahmet Akbulut’un ifadesiyle; “Kuran’ın mesajı, Müslüman Kültürünün kurbanı olmuş,”(s.31)ilimle din çatıştırılmıştır.(s.37)
Çalışmada, hakikati ikbal ve menfaate feda eden din adamlarına N.Topçu’nun ağzından sert eleştiriler yöneltilir:”…dünyada siyaset yapmayacak iki kuvvet varsa biri din, öbürü ilim olmak lazım gelirken, din ve ilim adamlarının siyasete gönül vermeleri, dünya hakimiyetini parmağındaki yüzük gibi kullanan Yavuzların, huzurunda eğildiği ilim ve din adamlarını, sonraları en sefil vicdanlara uşak yapmıştır.”(s.38) Bugün de öyle değil mi? Muktedirlerin sofrasına oturup, onların çıkar ve ikballerine göre fetva üreten -Allah’ın dinini dünya metaı karşılığında- satan bir sürü din taciri hoca yok mudur?
Ocaktan, kitabında birçok İslam düşünüründen alıntı yaparak demokratik bir yönetimin İslam’a uygun olduğunu, hatta bugün için elzem olduğunu anlatıyor. Bunlardan biri de Sudan’lı Abdülvahap el-Efendi’dir. El-Efendi,” Bugünün Müslüman’ı için ideal devlet ya da herhangi bir zamanda ideal İslam devleti demokratik olmak zorundadır.” der.(s.54) “Ancak İslam, yaşadığımız çağın diline tercüme edilemediği için devlet yönetimi de soyut bir ahlak kavramı üzerinden okunmaya çalışılmış, devleti yönetenlerin ahlaklı olması durumunda başka bir denetleyiciye ihtiyaç duyulmamıştır. Peki ya yönetenler ahlaklı olmazlarsa onları kim denetleyecektir?”(s.61) Yazar burada, denetimin sadece onların ahlak anlayışına bırakılamayacağını, başka ve hukuki denetim mekanizmalarının olması gerektiğine dikkat çekiyor. İşte demokrasi denetim mekanizmaları ile bunu yapar, yöneticiyi kendi insafı ve vicdanıyla kendisini denetlemesini yeterli görmez.
Dinin nasıl istismar edildiğini, eleştiriden kaçmak için nasıl kullanıldığını Ocaktan, yine A.Akbulut’tan aktarma yaparak şu şekilde açıklar: “gerçek odur ki bütün İslam fırkalarında siyasi kanaatler, din boyası ile boyanmıştır. Tenkitten kurtulmanın en kestirme yolu budur. Çünkü inançları eleştirmek kolay değildir. Bir düşünce yanlış da olsa, inanç haline gelmediği sürece tehlike teşkil etmez…” Onun için her fırka siyasi düşüncelerine dini bir kılıf geçirmiş, böylece hem eleştiriden kurtulmuş, hem de toplumu iğfal etmiştir.
Ocaktan kitabında sı sık rasyonel akla dikkat çeker, İslam düşüncesinin dünün kelepçelerinden kurtulup bir türlü bugüne gelmediğinden yakınır. Ancak demokrasi, özgürlük ve adalet savunusu yaparken kimi konularda –eskinin alışkanlıklarına- takılır. El-Efendi’den hareketle olayları ümmet birimi üzerinden okur. Kültürel farkları, çağın ruhunu savunurken, milleti ıskalar. Oysa millet veya ulus ümmetin karşıtı değil, onu işlevsel hale getiren sosyolojik bir gerçeklik ve bugünün kurumudur. Milletin karşıtı kabileleşme, etnik parçalara bölünmedir. Hem bir büyük birliği savunup hem de onu tahkim edecek, bir kavramı görmezden gelmek bir eksikliktir. Millet olamayanlar ümmet olabilirler mi? El-Efendi’nin Sudan’ı milletleşemediği için Güney Sudan’ı kaybetti. Kaldı ki, demokratik yönetimler en çok milletleşmiş toplumlarda yaşayabiliyor. Demokrasi, ile millet ve ulus-devletin neredeyse aynı zamanda ortaya çıkışı bu gerçekle alakalıdır. Kabilelere, etnik parçalara ayrılmış, asabiyelerin yarıştığı veya çatıştığı toplumlarda demokrasiyi yaşatmak zordur. Demokrasi, kendine en uygun zemini, milletleşmiş toplumlar ve ulus-devletlerde bulabilmektedir. Demokrasiyi savunurken millet olmayı ihmal etmek demokrasiyi yaşayacağı zeminden mahrum etmektir. Katılmadığım bu konu dışında, Ocaktan’ın eserinin önemli bir konuya parmak bastığını söyleyebilirim. Çalışmada kader, hilafet, biat ve gelenek gibi konularda da önemli bilgiler verilmiş. Kitabın adından da anlaşılacağı üzere yazar, Müslüman mahallesine demokrasinin gelip gelmeyeceğini bugünün Müslüman’ına bakarak,”...Geleneksel İslami ilimlerin sunduğu öğretiye sadık kalındığı mmüddetçe -imdilik -zor,”(s.160)görmektedir. Bütün mesele, geleneğe takılmadan bugünün aklıyla İslam’ı ve çağı yeniden anlamaktır. Akıl ve özgürlüğü boğan hiçbir yönetim tarzının toplumu ileri götürme şansı yoktur.
Yolsuzluğun, rüşvetin her şekli kötüdür.
Zira zararı toplumadır, çalınan her şey toplumdan çalınmaktadır.
Fakirleşmenin, hayat pahalılığın arkasındaki sebeplerden biri de budur!
Rüşvete giden her kuruş, maliyetlere yansır. Beş liraya mal olacak bir iş rüşvet ilavesi ile on liraya mal olur. Bu da vatandaşın cebinden çıkar.
Yolsuzluğun, rüşvetin üzerine gitmek hukukun, devlet olmanın gereğidir. Devletin varlık nedeni hukuk ve adalettir.
Hukukun olmadığı yahut herkesi denetleyemediği yerlerde keyfilik ve çürüme başlar. Kimse yarınından emin olamaz. İnsanlık, bu tecrübeden yürüyerek hukukun üstünlüğü prensibine ulaşmıştır.
Hukukun üstünlüğü demek, herkesin, her kurumun iş ve işlemlerinin hukukun denetiminde olması demektir. Hukukun denetleyemediği kişi veya kurumların olduğu yerlerde devlet o kişi veya kurumların oyuncağı olur. Keyfiliğe meydan vermemenin yolu kişi yerine yasaların yönettiği bir düzen oluşturmaktır.
Yolsuzluğun birçok şekli var; devlet gücünü taşıyanların bu güçten yararlanarak aldıkları hediyeler de bu kapsamda değerlendirilir.
Hediyeleşmek iyidir lakin bu hukuksuzluğa kapı aralamak için olduğunda iyi olma vasfını kaybeder, hukuksuzluğa giden yolun anahtarı olur. İslam bu tip yolsuzluğu da menetmiş, şiddetle yasaklamıştır. Tarihte bunun sayısız örnekleri vardır: nitekim bir gün, bir memur topladığı zekâtı getirip Hz. Peygamber’e sunarken’ bu zekât, bu da bana hediyedir’ der. Bunun üzerine şanlı Peygamber halkı toplar ve şunları söyler:” görevli gönderdiğim kimseye ne oluyor ki, şu sizin malınız( zekât) şu da bana hediyedir diyor. Babasının evinde oturmuş iken de ona hediye gelir miydi? Asla! Diye sorar ve bunun doğru olmadığını ifade eder.
Onun bu çıkışı, hediyenin hangi şartlarda rüşvet veya yolsuzluğa dönüştüğünün bir ifadesidir. Hz Ömer de Bahreyn’e vali olarak gönderdiği Ebu Hureyre’nin büyük bir mal varlığı ile döndüğünü görünce, yarısına el koyarak devlet hazinesine aktarmıştır.
Bu örnekler, bir makamı kullanmak maksadıyla verilen şeylerin hediye olmaktan çıkıp hukuksuzluğa giden kapıyı açan bir maymuncuğa dönüştüğünü gösterir.
Bu hakikate rağmen iktidarı elinde tutanları korumak için bu tip hediyeleri meşru görüp fetvalaştıranlar olmuş, bu da devlet işlerinin – hediyesiz- yapılmasını zorlaştırmıştır.
Her türlü yolsuzluk, devlet ve toplumu çürütür. Fukaralığı derinleştirir, devletle millet arasındaki mesafeyi açar, devlet görevini bir soyma ve zenginleşme aracı haline getirir. Bunu engellemenin yolu, hukuku hâkim kılmak, kapsama alanı dışında kişi veya kurum bırakmamaktır. Bir ülkede bir kişi bile hukukun denetimi dışında kalıyorsa o ülke hukuk devleti değildir. Hele bu bir kişi olağan üstü yetkilerle donatılmışsa…
Türkiye terörden kurtulmalı, buna kimse itiraz edemez. İtiraz edemeyeceği için de, bu sürecin kargosuna uzun zamandır yapmayı planladıkları bazı anayasal düzenlemeleri sokmak istiyorlar. Tıpkı 15 Temmuz darbesini bahane ederek başkanlık sistemine geçtikleri gibi. Bu el çabukluğu yüzünden, darbe mi bu düzenlemelerin bahanesiydi, yoksa bu düzenlemeler mi darbenin bahanesi oldu? Gibi sorular darbenin sahipleri ilgili tereddütlerin doğmasına neden oldu.
Yeni süreçle ilgili de benzer kaygılar var, amaç gerçekten terörsüz Türkiye mi yoksa terör istismarı ile milli devleti dağıtmak mı, belli değil.
Demokratik düzenlemeler, örgütün silah bırakmasının mütemmim cüzü gibi sunuluyor. Bu paketin içinde neler var kimse bilmiyor, bilenler de toplumu ürütmemek için şimdilik terörsüz Türkiye sloganının cazibesiyle işi götürmeye çalışıyorlar.
Bahsettikleri demokratik düzenlemelerin PKK’yı tatmine yönelik düzenlemeler olduğuna şüphe yok.
PKK ve bileşenleri iki uluslu bir anayasa ve buna göre teşkilatlanmış bir devlet istiyorlar. Bu işin pazarlamasını yapanlar ise bu talebe bağlı olarak – yeni bir ulus- tanımından söz ediyorlar. Bir millet/ulus zaten var, yeni bir ulus tanımına ihtiyaç duyulması, var olanın tasfiyesi anlamına geliyor. Bu beyler, Apo ve teröristleri mutlu olsun diye ikiz bir ulus yaratmaya çalışıyorlar. Her ne kadar tek ulus diyorlarsa da, bu belli çevrelerin hassasiyetlerini yatıştırmaya, gardlarını düşürmeye matuf bir hamle.
Etnik asabiyelerin boğuştuğu, çatıştığı toplumlarda demokrasiyi yaşatmak zordur. Demokrasi milli devletle birlikte var olan, kabileleşme ile sahneden çekilen bir yönetim biçimi. Hem parçalanıp hem de demokrasiyi yaşatmak veya tek ulus olmak ham hayaldir.
Dava, gerçekten demokrasi ise bunun için herhangi bir engel yok. Ülkenin bütünlüğüne zarar vermeyecek her düzenleme yapılabilir. Mesela yargı bağımsızlığı sağlanabilir, merkez bankası özerkleştirilebilir, CB’nin keyfi tasarruflarına mâni olmak için yetkileri kısıtlanabilir, partili cumhurbaşkanlığından vazgeçilebilir… Bunlar için İmralı veya Kandil’i beklemeye gerek yok.
Ama belli ki kafalarındaki demokratik düzenlemeler bunlarla ilgili değil, nelerle karşılaşacağımızı önümüzdeki günlerde hep birlikte göreceğiz. Benim merakım, bu düzenlemelerin içinde, millî reisi ebedi reis yapmanın da olup olmayacağıdır.
Bir dini, doğru anlamak için, önce o dinle ilgili temel bilgilere sahip olmak gerekir. Temeli, statiği sağlam olmayan bilgi insanı hiç beklemediği noktalara götürür.
Son yıllarda yükselen deizm birazda bu gerçekle alakalıdır.
Allah’ın varlığını kabul edip ondan gelenleri ve elçisini reddetmek aslında – kudretsiz, yarattığı dünya ve insanlara hiçbir sorumluluk yüklemeyen bir Tanrı hayal etmektir. Gerçekte bu inanç biçiminde Tanrı sadece isim olarak var ama gerçekte yoktur.
Bu savrulmanın birçok sebebi var: birincisi temel bilgi ve kavramlara sahip olmamaktır. Temelsiz bilgi, kurumuş ağaca iliştirilmiş meyveler gibidir. O meyveler o ağaca ne kadar isnat edilirse o bilgiler de dine o kadar isnat edilebilir. Temelsiz bilgi, bilginin yanlış kullanımına sebep olur bunun sonu da çoğu zaman savrulma ve çerçeve dışına çıkmadır.
Dini değerleri anlamak için önce onu nasıl anlamak, neyin din, neyin din olmadığını bilmek gerekir. Bugün deizme malzeme olan birçok şey aslında dine isnat edilen ama gerçekte din olmayan konularla ilgilidir.
Bir defa Peygamber efendimizin her tasarrufu din değildir. Onun her tasarrufundan yola çıkan bir din anlayışı kişiyi bugünün idrakinin kabul etmeyeceği sonuçlara götürebilir. O bir peygamber ama aynı zamanda insandır. Kuran’da onun peygamberliği, kulluğu ve insan oluşu ile birlikte zikredilir. Kelime-i şahadet getirilirken bile,”abduhu ve resuluhu” kulu ve elçisi denilir. Öyleyse onu anlarken onun kul ve insan yanı hiç unutulmamalıdır. Bu şu demektir; onun hem peygamber sıfatıyla yaptığı ve din olan tasarrufları hem de insan yanıyla yaptığı din olmayan, bağlayıcılık taşımayan tasarrufları vardır. Nitekim, İslam’ı anlama ve anlatma yolunda eserler veren büyük alimler onun dini tasarrufları ile diğer tasarruflarını birbirinden ayırmışlardır. Ancak bu ayırımın başka alt başlıkları da vardır. Mesela şanlı Peygamberimizin ‘kimi siyasi tasarrufları da din çerçevesini aşan tasarruflar olarak dini olandan tefrik edilmiştir.
Dini olan, doğrudan doğruya Allah’tan gelen ve onunla paralel peygamberin sahih sünnetidir. Dini olmayan ise insani zorunluluk, siyasi gereklilik veya o günün kültürel kodlarını yansıtan uygulamalardır. İnsan bir kültür içinde doğar bir kültür içinde davranışlarını şekillendirir. Kültürel olan hem değişir hem de toplumdan topluma farklılık gösterir. Değişebilir olan kültürel unsurların din olarak telakki edilmesi ve her topluma dayatılması o kültürle, yaşanan gerçeklik arasında bir çatışmaya neden olur. Bu çatışma sonunda din diye sunulana şüphe üzerinden doğrudan doğruya dinden şüpheye götürür. Çünkü bir kültür dinleştirilmiş, o şekilde takdim edilmiştir. Takdimin yanlışlığı, karşı çıkışın da yanlışlığına yol açmış, bir kültürü reddetmek bir dini reddetmek olmuştur.
Hz peygamberin hak peygamber olduğunu anlamak için fazla delile ihtiyaç yok, onun örnek hayatı tek başına bu hakikati ifadeye yeter. Ancak hayatı dışında delil arayanlar, o dönemde ehli kitabın ulularının ne dediğine ve ne beklediklerine bakmaları kafidir. Daha onun risaletenden önce haberini veren ilk kişi Hıristiyan alim rahip Bahira’dır. Bunu diğerleri takip edecektir.
Hz. Peygamber Medine Site devletini kurduktan sonra çevredeki krallara mektuplar yazarak onları İslam’a davet etmiştir.
Habeş kralı Necaşi onun mektubunu getiren elçisine ” Eğer yanına kadar gitmeye imkân bulsaydım muhakkak giderdim. Allah’ı şahit tutarak derim ki, O kitap ehli olan Musevilerin ve Hıristiyanların geleceğini bekledikleri peygamberdir. Ben ona iman ediyorum” diyecektir. Benzer bir tepki de Bizans İmparatoru Herakl’den gelecektir. Gelen peygamber elçisini rahip Dugatur’ul Üskuf’a yönlendirir, rahip elçiyi dinler ve şunları söyler: ”Efendiniz Allah tarafından gönderilen elçidir. Biz onu sıfatları ile biliyoruz.” Ardından aynı rahip kiliseye gidip halka seslenecek” Ey Rum cemaati! Bize Ahmet’ten mektup geldi, bizi Allah’a çağırıyor. Ben şahadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur ve Ahmet Allah’ın kulu ve elçisidir,” diyecektir. Bunun üzerine Rumlar papazı linç ederek öldüreceklerdir.(Nihat Aytürk, İslam’da Devlet Yönetimi, Lider Yöneticiler.s.76-79)
Bu tür örnekleri çoğaltmak mümkündür. Onun peygamberliğini ve peygamberlerin sonuncusu olduğunun en büyük delili bugün Musevi ve Hıristiyanların yeni bir peygamber beklememesidir. O kendinden önceki kitaplarda müjdelendiği ve son peygamber olarak kodlandığı için bugün insanlık yeni bir peygamber beklemeyerek aslında onun peygamberliğini ittifakla tasdik ediyor. Bu hakikat bile tek başına inlara giden yolu kapatmaya kafidir.
Elbette Deizm’i besleyen başka faktörler de var, inşallah onları da başka bir yazıda ele alacağız…