01 Ağustos 2025 Cuma
Milletvekili Erol: Kaza değil, göz göre göre gelen bir cinayet
Cezmi Orkun yazdı...
Semih Işıkver'den Elazığspor’a Dev Prim Desteği: “Bizler İnandık, Siz de İnanın!”
Av. Dr. İrfan Sönmez'in kaleminden...Cumhur’un masasına meze olmak!
Букмекерская Контора «париматч»: Обзор Компании И Ее Особенностей
Mustafa Gümüş Özbay'ın Kaleminden.....
Apo, en sonunda muradına erişti, birinci çözüm sürecinden beri mecliste bir komisyon kurulmasını istiyordu, kuruldu.
Amaç terör meselesini ‘Kürt Sorunu’ adı altında meclise taşıyarak böyle bir sorunun varlığını kabul ettirmekti. Kurulan komisyonla bunu kabul ettirmiş oldu.
Başta PKK şartsız silah bırakacak demişlerdi.
Kimse şartsız bir silah bırakma olacaksa bu komisyon neyi konuşacak diye sormuyor.
Birinci çözüm sürecinde yaşananlardan dolayı Erdoğan ve ortağı Bahçeli, ısrarla CHP’nin komisyona girmesini istediler. Amaç riski paylaştırmaktı. CHP’nin eline önemli bir fırsat geçti, “Bu komisyonun demokratikleşme ve terör sorununun çözümü ile alakası yok, esas amacı Erdoğan’a ölünceye kadar krallık yolunu açmaktır, biz bu oyunun bir parçası olmayacağız, sizi DEM P. ile başbaşa bırakıyoruz” deseydi, kendi sınırlarını çok aşan bir ivme kazanırdı. Bunu yapmadı, kendini paralasa alacağı en fazla yüzde 2-3’lük bölge oyu için büyük bir kitleyi feda etti.
Bütün bir siyasetini İmamoğlu’nun tutukluluğu üzerine kurdu. Zaman zaman halkın gündeminden uzaklaştı.
Tutuklamaların bir kısmı zaten CHP’yi masada oturmaya, baş eğmeye zorlamak içindi. CHP masaya oturarak bu baskıya boyun eğdi.
Özel’in “ salt çoğunluk değil nitelikli çoğunluk isteriz” talebi tamamen gelen tepkileri azaltmaya yönelik taktik bir hamleydi. Önceden konuşulmuş olacak ki, meclis başkanı Kurtulmuş, hemen bu öneriyi kabul ettiklerini açıklayarak kararların beşte üç çoğunlukla alınacağını söyledi. Böylece CHP masaya oturmadan talebini kabul ettirmiş gibi bir hava oluşturuldu. Oysa gerçekte salt çoğunlukla beşte üç çoğunluk arasında hiç bir fark yok. Komisyonun üye sayısı İYİ parti üye vermediği için 48. Nitelikli çoğunluk 29 , CHP’nin üye sayısı 10. Bu sayı ile CHP komisyonun hangi kararını engelleyebilecek?
Beşte dört çoğunluk denilseydi 10 üye ile bazı kararları engellemek mümkün olabilirdi.
Özel, komisyona katılma kararı ile aslında AKP ve MHP’nin çıkaracağı her kararın bir parçası oldu.
Bahçeli’nin Öcalan’ı meclise davetinden beri, örgüt silah bırakmaya karşı ne istediğini Kandil postası ile açık açık söylüyor.
Televizyon kanalları maskesini çıkaran bölücülerle doldu. Sadece onlar konuşturuluyor. Sessiz çoğunluğun, şehit ailelerinin, terör mağdurlarının ne düşündüğü kimsenin umurunda değil.
Bu taleplerin sadece birini bile yerine getirmek Türkiye’nin ve Türk milletinin birliğinden vazgeçmektir. Milletin kaderini bir örgütün eli kanlı lideri ile konuşmak o milletin bütün moral değerlerini ayaklar altına almaktır.
Herkes biliyor ki, o masada sadece partiler yok, İmralı’nın, Kandil’in gölgesi de masada. Halbuki düne kadar ne diyorlardı: “ biz asla teröristlerle konuşmayız, pazarlık yapmayız, böyle bir cibilliyetsizliği kabul etmeyiz” Peki şimdi o masada kim oturuyor?
PKK ile halvete giren kim, rest çeken kim?
Meydanda birbirine sallayıp duranlar şimdi aynı masadalar. Aslında yok birbirlerinden farkları. Sadece aynı senaryonun farklı rollerini paylaşıyorlar. Artık iki türlü siyaset var, DEM P. ile masa kuranlar, milletle masa kuranlar. Kazanacak olan er geç millettir. CHP yanlış tarafta durarak kendi yolunu kendisi kesti.
Bundan böyle yoluna bir tekeri patlak olarak devam edecek…
Saldırganlık fikirsizliğin bir sonucudur. Düşüncelerinizi savunacak bilgiye sahip değilseniz ona buna saldırmayı tercih edersiniz.
Bahçeli’nin, “CB yardımcılarının biri Alevi ,biri Kürt olsun” sözlerine yönelik eleştirilere tepkisi de öyle oldu. Maksadımı aştım diyeceğine bu konulardaki – cehaletini- ortaya koyan görüşlerini savunmaya devam etti. Zehirli üslubunu sürdürdü, konuşmayı sızdıranları tehdit etti.
Bir ülkede CB makamı bir gruba kotalanmışsa diğer gruplara da belli makamlar kotalanabilir.
Bu ülkede CB olmanın şartı hiç bir zaman şu veya bu mezhebe veya etnik gruba aidiyet olmadı. Tek şart, üniversite bitirmiş olmak ve kırk yaşını doldurmuş ve Türk vatandaşı olmaktır. Yani hangi mezhep, meşrep veya etnik kökene sahip olursanız olun, bu şartları taşıdığınız müddetçe Cumhurbaşkanı olabilirsiniz. Bu durumda bir ayrımcılık yapıldığı söylenebilir mi?
Siyasette hiç bir laf boşlukta kalmaz, mutlaka bazı mahfillerde kendine bir yuva bulur, şartları oluşunca da kozasından çıkar, etrafı etkilemeye, dağıtmaya başlar. Bahçeli’nin bu sözü de -şimdilik- belli odakların hafızasına kaydedilmiştir, zamanı gelince kuvveden fiile çıkarmak için Bahçeli’yi referans gösterip her şeyi yapacaklardır.
Bir partide bir Türk, bir Kürt, bir Alevi, bir Çerkez vs. eş başkan olması ne kadar abes ise bir ülkenin etnik ve mezhep haritasına göre siyasi alanı paylaşmak da o kadar yanlıştır. Bahçeli, kuyuya bir taş atmış, şimdi onu çıkarmak millete düşmüştür. Bu konularda hiçbir bilgi ve birikimi olmayan siyasetçiler konuşmamalıdır.
Onların cehaleti bölücülüğe malzeme olmakta, bedelini millet ödemektedir. HZ Ali’nin şu sözü bu tip durumlar için ne kadar anlamlıdır: ”Düşünmeden konuşmanın cezası, konuştuktan sonra düşünmeye mahkum olmaktır!”
YANGINLAR VE SABOTAJ İHTİMALİ
Bu çap ve yaygınlıktaki yangınları – kendiliğinden veya küresel ısınma- kaynaklı olarak görmek saflık olur. Daha önce de kimi yangınların sabotaj olduğu tespit edilmişti. Aynı bölgede birkaç yerde birden yangın çıkıyorsa sabotaj ihtimali en akla yatkın ihtimaldir.
Önceki gün CHP Bursa milletvekili, 03 plakalı bir aracın ormana benzin döktüğünü iddia etti.
Adalet bakanlığı ise şimdiye kadar yirminin üzerinde kişinin tutuklandığını, ellinin üzerinde insanın ise adli kontrol şartı ile serbest bırakıldığını söyledi. Bu tutuklamalar sabotaj iddiasını iddia olmaktan çıkarıp birer gerçekliğe dönüştürüyor. Kim bu tutuklananlar?
Tutuklanma gerekçeleri arasında neler var? PKK’nın daha önce bu tip sabotajlar yaptığı biliniyor. Kamuoyu yakalananların kimlikleri ve bağlantıları ile ilgili açıklama bekliyor.
Diğer tarafta yangınlar karşısında ortaya çıkan acz, hazırlıksızlık ve yetersizlik nasıl kötü yönetildiğimizi gözler önüne serdi.
Tek kişiye odaklı rejim kurumları işlevsiz hale getirdi.
Geçmişte olduğu gibi toplum yine Erdoğan’ın nutukları ile salladığı beşikte uyutulacak. Ortada sorumluluğu üstlenecek hiç bir makam yok. Türkiye batsa bunu muhalefete yükleyecek kadar vicdanı, dini, imanı felce uğramış bir topluluk var. Başımıza ne geldiyse bu topluluğun kamu çıkarlarını bırakıp liderin siyasetine, sözlerine iman etmeleri yüzünden.
Onca olay, onca felaket, yatsıya varmadan ortaya çıkan yalanlar bile bu güruhu uyandırmadı.
Güle oynaya kendi felaketimize koşuyoruz, bunun başka izahı yok!
Meclis Başkanı Kurtulmuş, partileri ziyaret ederek “Terörsüz Türkiye” için kurulacak komisyona üye vermelerini istedi. Komisyonun niçin kurulacağı, hangi konuları görüşeceği, en azından muhalefet partileri bakımından belirsiz. Yani komisyona ‘evet’ diyenler, bir belirsiz gündeme evet demiş olacaklar.
İlk Çözüm Süreci’nde de Apo, Meclis’te komisyon kurulmasını istemiş ancak yasası çıkmasına rağmen süreç akamete uğrayınca komisyon kurulamamıştı. Öcalan’ın o tarihteki komisyon talebi, müzakerelerin içeriğini belirleyecek bir komisyondan ibaret değildi; bir de hakikatleri araştırma komisyonu istiyordu. Bu komisyon, terörle mücadelede yapılan hukuksuzlukları araştıracak, sorumluları ortaya çıkaracaktı. Terör örgütleri herhangi bir hukukla bağlı olmadıklarına göre hedefin terörle mücadelede bulunmuş kadrolar olduğu açıktı.
Şimdi de terör mağdurlarına tazminat adı altında, “Hendek teröründe” savaş suçu işlendiği iddiasıyla devletin suçluluğunu kabul etmesini istiyorlar. Bu kabulün sonrasında, uluslararası hukuku devreye sokup “Kürtlere katliam yaptıklarını itiraf ettiler.” diyerek bunu birlikte yaşamanın imkânsızlığı olarak sunacaklar.
DEM Parti Eş Başkanı Mithat Sancar, birinci Çözüm Süreci’nde katıldığı bir panelde taleplerini şu şekilde sıralıyordu: Birinci madde, olmazsa olmazımız olan ana dilde eğitimdir. İkincisi, Türkiye’de idari sistemin değiştirilmesidir. Ne demek bu? Bu, merkezi yönetim ve üniter yapıdan vazgeçilmesi demektir. Üçüncüsü, yerel yönetimlerin yeniden yapılandırılması ve güçlendirilmesi; yani “bize özerklik verin, bölgeden el çekin, burayı PKK ve bileşenleri yönetsin”. Dördüncüsü ise mağduriyetlerin tazmini. Sincar, Hendek teröründe toplam 20 silahlı unsurun bulunduğunu, devletin orada katliam yaptığını söylüyor. Aynı panelde Hendek terörü hariç diğer konularda Sincar ile aynı görüşleri paylaşan Galip Ensarioğlu ise Hendek terörü ile ilgili şunları söylüyor: “Sadece Diyarbakır Sur’da yirmi değil, 600 civarında savaşçı vardı. Üç defa girilip geri çıkıldı, fırsat verildi ama bu kişiler çatışmayı tercih ettiler. Cizre’de üç gün anonslar yapıldı, ‘Oradan çıkın.’ denildi, çıkmadılar. Yüksekova’da daha çatışma olmadan bir grup insan gidip gençlerle konuştu, gençler ikna edildi, ‘Gidin, bize talimat verenleri ikna edin.’ dediler. İki üç gün süre verildi, gidip onlara talimat verenlerle konuşuldu, oradan fırça yiyerek döndüler…” (Der.: Ayşe Betül Çelik, Dünyada ve Türkiye’de Barış Süreçleri, s. 222-228)
Çünkü o gençleri oraya -ölmeye- göndermişlerdi. Onlar ölecek, PKK’nın savaş baronları onlar üzerinden yaygara yapıp Türkiye’yi savaş suçu işlemekle itham edeceklerdi. Nitekim Sincar o panelde bunu yapacak, Türkiye’nin savaş suçu işlediğini söyleyecekti.
O günden bugüne bölücü çevrelerin istek ve taleplerinde fazla bir şey değişmedi; tam aksine, talep çıtasını daha da yükselttiler. Artık, savaş kazanmış gibi, daha özgüvenle konuşuyor, tehdit dili kullanmaktan çekinmiyorlar.
Bu taleplerin çoğunu AKP ve bu partiyi doğuran selefleri de savunuyordu. Erdoğan ve RP’nin ’90’lı yıllarda Mehmet Metiner ve Altan Tan’a hazırlattıkları raporlarda, o tarihlerde PKK yandaşlarının telaffuz etmeye çekindikleri şeyler savunuluyor; eyaletleşme, merkezin yetkilerinin yerele devri, ana dilde eğitim -Müslümanlık- maskesi ile raporlaştırılıp savunuluyordu. Bugün iktidar partisi ile kolayca halvete girmelerinin arkasında bu yakınlık yatıyor. İslam; fitneyi, ayrışmayı, Hakk’ı bâtıla alet etmeyi yasaklamıştır. Kimse ülkeyi bölecek taleplere İslam kılıfı giydirerek meşrulaştıramaz.
Bölme amaçlı talepleri meşru gören ne bir fetva gösterilebilir ne de herhangi bir insan hakları sözleşmesi. Günümüzde hazırlanan insan hakları sözleşmelerinin neredeyse tümünde, “Bu haklar, imzacı devletlerin egemenliğini, toprak bütünlüğünü ortadan kaldırmak maksadıyla kullanılamaz.” hükmü vardır. Kullanılırsa ne olur? O ülke, o hakları askıya alır.
Kurulacak komisyon, muhtemelen bu saydığım talepleri görüşecektir. O masaya oturan parti, bu taleplere muhalefet de etse ileride ortaya çıkacak sonuçlardan sorumlu olacaktır. Taleplere imza atanları eleştiremeyeceği gibi, gerektiğinde yargılayamayacaktır. Çünkü o zaman ona, “Sen de o masadaydın, biz ne kadar sorumluysak sen de o kadar sorumlusun.” denilecektir. Erdoğan ile Bahçeli’nin hedefi, CHP’yi masaya oturtmaktır. İktidar, Özgür Özel’in ikircikli tavrından cesaret almaktadır. CHP, İmamoğlu ve belediye başkanlarının özgürlüğüne karşı PKK’nın ülkeyi bölecek taleplerine evet derse artık iktidara yönelteceği bir eleştiri, vatandaşa söyleyecek bir sözü kalmaz. Sadece CHP değil, ülke ve millet de kapanmaz bir yara alır. Baştan beri komisyona üye vermeyeceğini söyleyen İYİ Parti, bu ihanet oyununda yalnız kalmamalıdır.
Umarım ve dilerim, Atatürk’ün partisi bölücülüğe çanak tutan partilerin yanında yer almaz, onlarla aynı hizaya gelmez.
İsmail Saymaz, MHP lideri Bahçeli’nin bir konuşmasında “CB yardımcılarından birinin alevi birinin Kürt olması gerektiğini” söylediğini yazdı.
Bu vahim sözler bugüne kadar yalanlanmadı.
Yalanlanacağını da sanmıyorum. Çünkü Bahçeli’nin liderlik tarzında -hata yaptım-erdemliliği yoktur. Her parti lideri(elbette istisnaları var) bir yarı Tanrı’dır,hata yaptım demeyi -kibirlerine- yediremezler.
Bir toplumda farklı renkler farklı etni ve meşrepler olabilir. Bu, millet olmaya mani değildir. Milletleşmek farklı grupları bastırmak değil, toplanmak, bütünleşmek ortak paydalarda buluşmaktır. Ortak noktalarınız yoksa nasıl bir arada yaşayacaksınız.
Bu paydaların başında; din vicdan hürriyeti, vatan, millet, dil ve devletin birliği, insan haklarına saygı gelir.
Her topluluğa bu makam senin, bu şunun diye kota ayırmak o ülkeyi paramparça etmektir.
Kota siyaseti Sevr’de galiplerin Osmanlı’ya dayattığı yönetim biçimidir ve 145/3. maddesinde şu şekilde ifade edilmiştir:” Hükûmet-i Osmaniye işbu muahedenin mevki-i meriyete vaz ından iki sene sonra ırkî ekaliyetlerin temsil-i nisbisi esasına müsteniden usul-i intihabın tertip ve tanzimi hakkında düvel-i müttefikaya bir proje ita edecektir.”
Bugünkü Türkçe ile; galip devletler Osmanlı hükümetine azınlıkların nüfus oranlarına göre temsili için bir proje sunmak üzere iki yıl süre vermişlerdir. Milli Mücadele ve Lozan’la bu anlaşma çöp tenekesine atılınca azınlıkların kota usulü temsili kağıt üzerinde kalmıştır.
Bugün bu usül ile yönetilen ülkelerden biri Lübnan’dır. Lübnan’ın bağımsızlığına kavuştuğu 1943 yılından bugüne kadar iç çatışmalarla boğuşmasının, millet olamamasının nedeni bu yönetim tarzıdır. Daha Erdoğan “milletin çeşitliliğini yansıtan bir anayasa” dediğinde gidişatı sezmiş “Lübnanlaşma Temayülü” başlıklı yazımda şunları yazmıştım:”… Bugün Lübnan, din ve mezhep eşitliği, kolektif eşitlik üzerine kurulmuş parçalı bir toplumdur. Her dinin ve her din içindeki meşreplerin mecliste farklı sayılarda kotaları vardır. Hıristiyanlar: Maruniler, Rumlar, Ermeniler, Ortadokslar, Katolikler olarak bölünmüşlerdir. Müslümanlar: Sunniler, Şiiler, Dürziler olarak ayrışmışlardır. anayasaya göre,CB Hıristiyan, Başbakan Sunni, Meclis başkanı Şii olmak zorundadır. Bu ayrışma Lübnan’a barış değil iç savaş getirmiştir. Bu topluluklar, Lübnan’ın ortak menfaatleri için değil, hep kendi çıkarlarını için mücadele etmişlerdir. (Her birinin ayrı bir dış müttefiki vardır.) Onun için Lübnan tarihi bir iç savaşlar tarihidir. Milletleşip bütünleşemedikleri için sürekli işgaller, baskılar altında kalmışlardır. Bir dönem İsrail işgali yaşamışlar, uzun bir dönem Suriye’nin hegemonyası altında kalmışlardır. Başbakanları suikastlere kurban gitmiştir. Kolektifçilik Lübnan halkının milletleşmesini, ortak menfaatlerde ve bir üst kimlikte buluşmasını engellemiştir. Lübnan coğrafyası da bu kolektifler arasında paylaşılmış, bölünmüş bir coğrafyadır. Bu kavgalar bir dönem Lübnanlı politikacılara Türkiye gibi olmalı, hepimizi buluşturacak bir üst kimliğe sahip olmalıyız sözlerini söyletmiştir. Ne yazık ki, bu örneklik son yirmi yılın(AKP’nin) ulussuz, ulusu reddeden politikalarıyla yok edilmiştir. Bundan ders almak, millet/ulus gerçeğine dört elle sarılmak varken özerklik, ana dilde eğitim gibi laflar ederek bu ülkenin Lübnanlaştırılmasının yolunu açılmıştır. Türklük Türkleri, Müslümanlık Müslümanları birleştiren bir unsur olmaktan çıkarılmıştır.”
Bahçeli’nin bu beyanı , toplumu etnik ve inanç temelli kompartımanlara ayıran, devleti -vatandaşlık bağı üzerinden değil, etnik ve mezhep toplulukları üzerinden biçimlendirmeye götüren talihsiz bir ifadedir.Burnumuzun dibindeki Lübnan’ın halini görmemektir. Sevr’de dayatılanı güncellemektir.
Kota sistemi, 1960 Anayasası ile Kıbrıs’ta da denenmiş sonu hüsran olmuştur.Kaldı ki böyle bir laf -bütün makamların Türk kökenli olanlara verildiği, ötekilere verilmediği- anlamı taşır. Bu ülkede köken ayrımcılığı olsa Gürcü kökeni itibarıyla Erdoğan, Kürt kökeni münasebetiyle Özal cumhurbaşkanı olabilir miydi?
Bu ülkede Türk’ün olup ta,Kürtün,Alevinin olamadığı hangi meslek, hangi makam vardır?
Lafı vahim hale getiren buna karşı çıkmanın Alevi ve Kürtlerde yaratacağı etkidir. İstismarcıların kışkırtmasıyla bu,(alevi ve Kürtler bakımından) bize bu makamları layık görmüyorlar kırgınlığına belki kızgınlığına dönecektir. Bir kuyuya bir taş atılmış, ortaya sonuçları kestirilemeyecek bir tablo çıkmıştır. Siyasetçi her konuda konuşmak zorunda değildir. Hele uzmanlık isteyen konularda daha dikkatli olmalıdır.
Terör ve etnik ayrılıkçılıkla mücadele büyük bilgi birikimi ve tecrübe isteyen bir konudur.Hem aynı sorunla karşı karşıya olan ülkelerin, hem de kendi tarihi tecrübelerimizden yararlanmak gerekir. Etnik kalkışmaların olduğu ülkelerin neredeyse ortak noktası uluslaşamamalarıdır. Ulus düşmanlığı yapmak ülke ve milletin bütünlüğüne düşmanlık yapmaktır.Bu sözleri ancak bu ülkenin birliği ile sorunu olan biri söyleyebilir. Bahçeli’nin bu konuda ne bir bilgisi ne bir gayreti vardır. Ülke ve kendisi için hayırlı olan susmasıdır. Bu sözler, sadece ülkeye zarar vermiyor, milliyetçiliği de içten çökertiyor.Milliyetçileri ezberleri ile duydukları arasında hareket edemez hale getiriyor. Birinci Çözüm sürecinde, -akil adamların- yaptığı toplumu ikna etme görevini şimdi Bahçeli yapıyor. Ülkeye de, Türk milliyetçiliğine de kötülük ediyor.
Etnik yahut ideolojik teröre başka ülkeler de maruz kaldılar.
Bazıları terörü silahlı mücadele ile yok etti. Bazıları müzakere yolunu seçti.
Stedman’ın araştırmalarına göre müzakere ile sonuçlanan iç çatışmaların oranı 1991 yılı itibarıyla yüzde 15 gibi çok küçük bir rakama tekabül ediyor. Toft’un araştırmasına göre ise 1940 ila 2002 yılları arasında meydana gelen çatışmaların sadece yüzde 19’u müzakere ile, yüzde 70’i askeri zaferle yüzde 11’i ateşkes ile sonuçlanmış.(Cuma Çiçek, Başarısız Çözüm Süreci,s.158)
Bu veriler, terör ve iç çatışmalarda esas sonlandırıcının -askeri zaferler- olduğunu, müzakerenin istisna olduğunu gösteriyor.
Peru, iki buçuk asırlık bir devlet, uzun yıllar Maocu Aydınlık Yol terörüne maruz kaldı.
Başkanı bir felsefe profesörü olan Abimael Güzman’dı. Örgüt içinde Başkan Gonzalo olarak anılırdı. Müthiş bir karizması vardı, örgüt demek Guzman demekti.1934’te gayri meşru bir çocuk olarak doğmuştu.
Aydınlık yol, 80’li yılların başında terör eylemlerine başladı. Kısa zamanda Peru kırsalında birçok alana hâkim oldu. Hükümet koka üretimini ortadan kaldırmak isterken, Örgüt koka üretimini destekleyerek köylüyü yanına çekti, halk mahkemeleri kurarak örgütle iş birliğini reddedenleri onar yirmişer öldürdü. Birçok yerde halk meclisleri kurdu. Alternatif ve paralel bir yapı oluşturdu. Örgüt, Kolombiya’ya gönderilen her parti kokain hamuru için 10 bin ila 15 bin dolar arasında vergi alıyordu. Bu da Örgütü kısa zamanda büyük bir güç haline getirdi. Sefalet onun militan devşirme tarlasıydı ama onu büyüten başka faktörler de vardı. Öğretmen yetiştiren eğitim bölümü ve Hocalar ve İlkokul Öğretmenleri Sendikası Örgütün hakimiyetindeydi. Örgüt kadrolarının çoğu bu örgütçü öğretmenlerin katkısıyla edinilmişti. Aydınlık Yol’ da tıpkı PKK gibi gençleri zorla askere alıyor bu suretle hem aileleriyle uzlaşıyor hem desteklerini alıyordu.
Gonzalo’nun ilham kaynağı Çin devrimiydi. Örgüt üyeleri önce ideolojik bir karantinaya alınarak eğitiliyor, daha sonra silahlı birliklere katılıyordu. Öcalan, muhtemelen yoğunlaştırma evlerini Aydınlık yol örneğinden almıştı.
Kırsalda başlayan örgütlenme zamanla şehirlere inecek, iktidarı doğrudan tehdit etmeye başlayacaktı. Örgüt, hâkim olduğu bölgelerde talimatlarını dinlemeyenlere çok acımasız davrandı. 1983 Belediye seçimlerini sabote etti. Seçilenleri öldürdü, oy kullananları parmak boyasından tespit ettiklerinin parmaklarını kesti. Öyle ki Örgüt Amazon’da çalışma kampları bile kurmuştu. Tutsak edilenler burada zorla köle gibi çalıştırılıyordu.
Peru yönetimi, önce Örgütle aynı yöntemleri denedi. Destekçi köylerde katliamlar yaptı, yakaladığı Örgüt üyelerini -tutsak almama- yöntemini kullandı. sonra barbarlığa karşı barbarlıkla savaşılmaz diyerek mücadele yöntemini değiştirdi. Tarım reformu ile topraksız köylülere toprak dağıttı. Halk da Örgüt baskısından bıkmıştı. Köylüler zamanla Örgüte karşı öz savunma birlikleri kurdular.
Örgüt’ tabanının en önemli ayağını Kızılderililer oluşturuyordu. Rejimin popülist politikası sol güçlerin ve etnik duyarlılıkların gelişmesine katkıda bulunmuştu. Sömürge döneminin en büyük Kızılderili isyanının lideri Tupac Amaru’yu yücelten söylemler Kızılderililer ve melezler arasında bir kimlik bilinci oluşmasına neden olmuş, sonraları bu kitle Örgüt’ü besleyen insan kaynağı olmuştu. Günümüzde Apo’ya yönelik methiyelerin aynı bilince hizmet ettiğini söylemeye gerek yok. Apo yüceltildikçe hitap çevresindeki insanların kimlik bilinci daha da pekişip keskinleşiyor.
Aydınlık Yol’un uzun yıllar ayakta kalmasının nedeni ordunun onun sert çekirdek kadrosunu bir türlü vuramaması, öfkesini onun toplumsal tabanından çıkarmasıydı. PKK ihanetinin de çekirdek kadrosu hiçbir zaman vurulamadı, ancak orta düzey liderler devre dışı bırakılabildi. Örgüt bir çavuş öldürdüğünde ordu üç köylü öldürerek karşılık veriyordu.
Cezaevleri Örgütün üniversiteleri gibiydi, tıpkı bizde olduğu gibi. Yönetim cezaevlerinde de katliamlar yaptı. Ancak terörün bir türlü önünü alamadı. Peru’da uzmanlara göre Terör ve ayrılıkçılığın bir nedeni de 1910-1919 devrimi sonrasında Peru’nun Meksika gibi bir ulus yaratmada başarısız olmasıydı. Uluslaşamamak farklı özlem ve hevesleri harekete geçirmişti. Türk uluslaşması ise şimdi bu örneklere rağmen Türkiyelilik şablonu ile dağıtılmaya çalışılıyor.
Aydınlık Yol hareketinin stratejisi, yönetmek için bölmek, insanları suç ortağı ederek örgüte katmak ve toplumun gözlerini açacak olan savaştır, prensibi ile hareket etmesiydi.
Örgüt başı Guzman, üniversitedeki arkadaşlarına göre: dindar, içe dönük, içki içmeyen, partilere gitmeyen, hiç kağıt oynamayan, kız arkadaşı bile olmayan biriydi. Kimse onun sonradan geldiği noktaya inanamıyordu. Öyle katliamlara sebep olmuştu ki böylesine silik bir kişilikten böyle bir zalimlik çıkabileceğini hiç kimse düşünmemişti. Küçük bir kasaba olan Cabana baskını bu sınır tanımaz eylemlerden biriydi. Tanıklardan biri Cabana baskınını anlatırken şöyle diyordu: Örgütçüler öğleden sonra beşte kasabaya geldiler. Yetkilileri meydana sürüklediler. Bir okulun, bir oyun sahasının olduğu çim bir alan. Yakaladıklarını keçi ağıllarına soktular. Belediye başkanı, hâkim, hükümet temsilcisi, mezarlık anahtarını saklayan adam. Başları saçlarından tutularak geriye çekildi ve boğazları tavuk gibi kesildi. Bunları yapan yeni yetme bir kızdı. Lider oydu. Kanı toplamak için boğazlarının altına kova tuttu. Bu kan duvarlara komünist sloganlar yazmak için kullanıldı. Sonra kurbanların kafaları ve ayakları kesildi tepe taklak asıldılar. Bu bir Ant geleneği idi, kafalar, ölüler sizi tanımasın diye, ayaklar, takip etmemeleri için kesiliyordu.
Bu kör şiddet zamanla Aydınlık Yol’un toplumsal tabanını daraltı. Peru yönetimi halkı kazanma ve Örgütü liderleri üzerinden etkisizleştirme stratejisine yöneldi. bir General Gonzalo’nun yakalanması ile görevlendirildi. Aylar süren takipten sonra Gonzalo bir balerinin evinde sevgilisi ile birlikte yakalandı.Güvenlik güçlerini karşısında görünce şok geçirmiş, çok kötü bir fotoğraf vermişti. Yargılanırken de ondan beklenen duruşu gösteremedi. Örgüt, yere göğe sığdıramadığı liderinin tavrı karşısında şok olmuştu. Peru yönetimi bu şoku iyi görmüştü. Hemen bir af ilan etti, beş bin militan silahları ile teslim oldu. Örgüt, liderinin zayıf duruşuna mağlup olmuştu. Apo’da yakalanınca aynı korkaklığı, yaltaklığı göstermiş, iş birlikçi olma teklifinde bulunmuş ama onu sorgulayanlar ve dönemin hükümeti bundan yararlanamamış, onu kullanamamıştı.
Başkan Gonzalo müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Bir adada bir askeri bir kampta yeraltı hücresine kapatıldı. Ona hiçbir ayrıcalık tanımadı. Gazetelere demeç vererek, dışarıdakilerle irtibat kurarak yönlendirme yapılmasına izin verilmedi. Ayda bir defa sadece akrabaları ile görüşmesine izin verildi. Okumak için kitap istediğinde kendisine sadece İncil verildi. Yakalandığı 1992 yılından öldüğü 2021 yılına kadar hapiste kaldı.
Biz ise Öcalan’ı bırakmaya elini kolunu açmaya hazırlanıyoruz. Ona İmralı’da her türlü imkân tanındı. Avukatları üzerinden Örgüt’ü yönetti. Gazetelerde önce kendi adıyla sonra müstearıyla yazılar yazdı. Onlarca defa yönetimle pazarlık yaptı. Şimdi özgürlüğüne kavuşmak için gün sayıyor. Bu bana Şerif Hüseyin olayını hatırlatıyor. Şerif Hüseyin 15 yıl İstanbul’da ikamete mecbur edildi. Arap coğrafyasına gitmesi yasaktı. Zaaf ve hırsları görülmüş, İstanbul’da göz önünde tutulmasında fayda görülmüştü. Vehip Paşa’nın” İstanbul’dan ayrılmasına müsaade etmeyin” uyarısına rağmen 1908’de Abdülhamit tarafından Mekke Emiri olarak tayin edildi. Daha yoldayken İngilizlerle irtibata geçmiş, hain planlarını uygulamak için müttefikler aramaya başlamıştı.Kısa zaman sonra ayaklandı binlerce Müslüman Türk’ün kanını döktü. Biz de şimdi -bırakmayın- diyenlere rağmen Apo ile hainlerini bırakmaya hazırlanıyoruz. Bunu da ülkenin geleceğini garantiye almak ve Terörsüz Türkiye diye pazarlıyoruz. Aslında garantiye alınan milleti ateşe atmak pahasına kendi ikballeridir. Ne yazık ki, tarihten ders almıyoruz. Rahmetli Mehmet Akif’in bir şirinde dediği gibi:
Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
“Tarih”i “tekerrür” diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?
Not: Bu makalede, Alaın Hertoghe veAlaın Labrause’nin yazdığı Peru’da Aydınlık Yol Deneyimi, Nıcholas Shakespera’nin Guzman’ı Ararken,Yine aynı yazarın Peru Aydınlık Yol Gerillaları, Lıis Arce Borje’nın Başkan Gonzalo Konuşuyor kitapları ile Ayşe Betül Çelik’in Derlediği Dünyada ve Türkiye’de Barış Süreçleri isimli çalışmadan yararlanılmıştır.