02 Mayıs 2025 Cuma
OSB’DE İŞKUR HİZMET NOKTASI OFİSİ AÇILDI
Cezmi Orkun yazdı...Sırada Mansur Yavaş Mı Var?
TÜRK MİLLETİNİN BAŞBUĞU ALPARSLAN TÜRKEŞ'İN FİKİR VE ÜLKÜSÜNÜN HER DAİM SAVUNUCUSU OLACAĞIZ.
HASAN BİLGE'NİN KALEMİNDEN..... DÜNYA VE GAZZE
Av. Dr. irfan Sönmez'in kaleminden...Yolsuzluk ve hukuk
GW Gambling Establishment - Premier Online Casino site in Australia
Yolsuzluğun, rüşvetin her şekli kötüdür.
Zira zararı toplumadır, çalınan her şey toplumdan çalınmaktadır.
Fakirleşmenin, hayat pahalılığın arkasındaki sebeplerden biri de budur!
Rüşvete giden her kuruş, maliyetlere yansır. Beş liraya mal olacak bir iş rüşvet ilavesi ile on liraya mal olur. Bu da vatandaşın cebinden çıkar.
Yolsuzluğun, rüşvetin üzerine gitmek hukukun, devlet olmanın gereğidir. Devletin varlık nedeni hukuk ve adalettir.
Hukukun olmadığı yahut herkesi denetleyemediği yerlerde keyfilik ve çürüme başlar. Kimse yarınından emin olamaz. İnsanlık, bu tecrübeden yürüyerek hukukun üstünlüğü prensibine ulaşmıştır.
Hukukun üstünlüğü demek, herkesin, her kurumun iş ve işlemlerinin hukukun denetiminde olması demektir. Hukukun denetleyemediği kişi veya kurumların olduğu yerlerde devlet o kişi veya kurumların oyuncağı olur. Keyfiliğe meydan vermemenin yolu kişi yerine yasaların yönettiği bir düzen oluşturmaktır.
Yolsuzluğun birçok şekli var; devlet gücünü taşıyanların bu güçten yararlanarak aldıkları hediyeler de bu kapsamda değerlendirilir.
Hediyeleşmek iyidir lakin bu hukuksuzluğa kapı aralamak için olduğunda iyi olma vasfını kaybeder, hukuksuzluğa giden yolun anahtarı olur. İslam bu tip yolsuzluğu da menetmiş, şiddetle yasaklamıştır. Tarihte bunun sayısız örnekleri vardır: nitekim bir gün, bir memur topladığı zekâtı getirip Hz. Peygamber’e sunarken’ bu zekât, bu da bana hediyedir’ der. Bunun üzerine şanlı Peygamber halkı toplar ve şunları söyler:” görevli gönderdiğim kimseye ne oluyor ki, şu sizin malınız( zekât) şu da bana hediyedir diyor. Babasının evinde oturmuş iken de ona hediye gelir miydi? Asla! Diye sorar ve bunun doğru olmadığını ifade eder.
Onun bu çıkışı, hediyenin hangi şartlarda rüşvet veya yolsuzluğa dönüştüğünün bir ifadesidir. Hz Ömer de Bahreyn’e vali olarak gönderdiği Ebu Hureyre’nin büyük bir mal varlığı ile döndüğünü görünce, yarısına el koyarak devlet hazinesine aktarmıştır.
Bu örnekler, bir makamı kullanmak maksadıyla verilen şeylerin hediye olmaktan çıkıp hukuksuzluğa giden kapıyı açan bir maymuncuğa dönüştüğünü gösterir.
Bu hakikate rağmen iktidarı elinde tutanları korumak için bu tip hediyeleri meşru görüp fetvalaştıranlar olmuş, bu da devlet işlerinin – hediyesiz- yapılmasını zorlaştırmıştır.
Her türlü yolsuzluk, devlet ve toplumu çürütür. Fukaralığı derinleştirir, devletle millet arasındaki mesafeyi açar, devlet görevini bir soyma ve zenginleşme aracı haline getirir. Bunu engellemenin yolu, hukuku hâkim kılmak, kapsama alanı dışında kişi veya kurum bırakmamaktır. Bir ülkede bir kişi bile hukukun denetimi dışında kalıyorsa o ülke hukuk devleti değildir. Hele bu bir kişi olağan üstü yetkilerle donatılmışsa…
Türkiye terörden kurtulmalı, buna kimse itiraz edemez. İtiraz edemeyeceği için de, bu sürecin kargosuna uzun zamandır yapmayı planladıkları bazı anayasal düzenlemeleri sokmak istiyorlar. Tıpkı 15 Temmuz darbesini bahane ederek başkanlık sistemine geçtikleri gibi. Bu el çabukluğu yüzünden, darbe mi bu düzenlemelerin bahanesiydi, yoksa bu düzenlemeler mi darbenin bahanesi oldu? Gibi sorular darbenin sahipleri ilgili tereddütlerin doğmasına neden oldu.
Yeni süreçle ilgili de benzer kaygılar var, amaç gerçekten terörsüz Türkiye mi yoksa terör istismarı ile milli devleti dağıtmak mı, belli değil.
Demokratik düzenlemeler, örgütün silah bırakmasının mütemmim cüzü gibi sunuluyor. Bu paketin içinde neler var kimse bilmiyor, bilenler de toplumu ürütmemek için şimdilik terörsüz Türkiye sloganının cazibesiyle işi götürmeye çalışıyorlar.
Bahsettikleri demokratik düzenlemelerin PKK’yı tatmine yönelik düzenlemeler olduğuna şüphe yok.
PKK ve bileşenleri iki uluslu bir anayasa ve buna göre teşkilatlanmış bir devlet istiyorlar. Bu işin pazarlamasını yapanlar ise bu talebe bağlı olarak – yeni bir ulus- tanımından söz ediyorlar. Bir millet/ulus zaten var, yeni bir ulus tanımına ihtiyaç duyulması, var olanın tasfiyesi anlamına geliyor. Bu beyler, Apo ve teröristleri mutlu olsun diye ikiz bir ulus yaratmaya çalışıyorlar. Her ne kadar tek ulus diyorlarsa da, bu belli çevrelerin hassasiyetlerini yatıştırmaya, gardlarını düşürmeye matuf bir hamle.
Etnik asabiyelerin boğuştuğu, çatıştığı toplumlarda demokrasiyi yaşatmak zordur. Demokrasi milli devletle birlikte var olan, kabileleşme ile sahneden çekilen bir yönetim biçimi. Hem parçalanıp hem de demokrasiyi yaşatmak veya tek ulus olmak ham hayaldir.
Dava, gerçekten demokrasi ise bunun için herhangi bir engel yok. Ülkenin bütünlüğüne zarar vermeyecek her düzenleme yapılabilir. Mesela yargı bağımsızlığı sağlanabilir, merkez bankası özerkleştirilebilir, CB’nin keyfi tasarruflarına mâni olmak için yetkileri kısıtlanabilir, partili cumhurbaşkanlığından vazgeçilebilir… Bunlar için İmralı veya Kandil’i beklemeye gerek yok.
Ama belli ki kafalarındaki demokratik düzenlemeler bunlarla ilgili değil, nelerle karşılaşacağımızı önümüzdeki günlerde hep birlikte göreceğiz. Benim merakım, bu düzenlemelerin içinde, millî reisi ebedi reis yapmanın da olup olmayacağıdır.
Bir dini, doğru anlamak için, önce o dinle ilgili temel bilgilere sahip olmak gerekir. Temeli, statiği sağlam olmayan bilgi insanı hiç beklemediği noktalara götürür.
Son yıllarda yükselen deizm birazda bu gerçekle alakalıdır.
Allah’ın varlığını kabul edip ondan gelenleri ve elçisini reddetmek aslında – kudretsiz, yarattığı dünya ve insanlara hiçbir sorumluluk yüklemeyen bir Tanrı hayal etmektir. Gerçekte bu inanç biçiminde Tanrı sadece isim olarak var ama gerçekte yoktur.
Bu savrulmanın birçok sebebi var: birincisi temel bilgi ve kavramlara sahip olmamaktır. Temelsiz bilgi, kurumuş ağaca iliştirilmiş meyveler gibidir. O meyveler o ağaca ne kadar isnat edilirse o bilgiler de dine o kadar isnat edilebilir. Temelsiz bilgi, bilginin yanlış kullanımına sebep olur bunun sonu da çoğu zaman savrulma ve çerçeve dışına çıkmadır.
Dini değerleri anlamak için önce onu nasıl anlamak, neyin din, neyin din olmadığını bilmek gerekir. Bugün deizme malzeme olan birçok şey aslında dine isnat edilen ama gerçekte din olmayan konularla ilgilidir.
Bir defa Peygamber efendimizin her tasarrufu din değildir. Onun her tasarrufundan yola çıkan bir din anlayışı kişiyi bugünün idrakinin kabul etmeyeceği sonuçlara götürebilir. O bir peygamber ama aynı zamanda insandır. Kuran’da onun peygamberliği, kulluğu ve insan oluşu ile birlikte zikredilir. Kelime-i şahadet getirilirken bile,”abduhu ve resuluhu” kulu ve elçisi denilir. Öyleyse onu anlarken onun kul ve insan yanı hiç unutulmamalıdır. Bu şu demektir; onun hem peygamber sıfatıyla yaptığı ve din olan tasarrufları hem de insan yanıyla yaptığı din olmayan, bağlayıcılık taşımayan tasarrufları vardır. Nitekim, İslam’ı anlama ve anlatma yolunda eserler veren büyük alimler onun dini tasarrufları ile diğer tasarruflarını birbirinden ayırmışlardır. Ancak bu ayırımın başka alt başlıkları da vardır. Mesela şanlı Peygamberimizin ‘kimi siyasi tasarrufları da din çerçevesini aşan tasarruflar olarak dini olandan tefrik edilmiştir.
Dini olan, doğrudan doğruya Allah’tan gelen ve onunla paralel peygamberin sahih sünnetidir. Dini olmayan ise insani zorunluluk, siyasi gereklilik veya o günün kültürel kodlarını yansıtan uygulamalardır. İnsan bir kültür içinde doğar bir kültür içinde davranışlarını şekillendirir. Kültürel olan hem değişir hem de toplumdan topluma farklılık gösterir. Değişebilir olan kültürel unsurların din olarak telakki edilmesi ve her topluma dayatılması o kültürle, yaşanan gerçeklik arasında bir çatışmaya neden olur. Bu çatışma sonunda din diye sunulana şüphe üzerinden doğrudan doğruya dinden şüpheye götürür. Çünkü bir kültür dinleştirilmiş, o şekilde takdim edilmiştir. Takdimin yanlışlığı, karşı çıkışın da yanlışlığına yol açmış, bir kültürü reddetmek bir dini reddetmek olmuştur.
Hz peygamberin hak peygamber olduğunu anlamak için fazla delile ihtiyaç yok, onun örnek hayatı tek başına bu hakikati ifadeye yeter. Ancak hayatı dışında delil arayanlar, o dönemde ehli kitabın ulularının ne dediğine ve ne beklediklerine bakmaları kafidir. Daha onun risaletenden önce haberini veren ilk kişi Hıristiyan alim rahip Bahira’dır. Bunu diğerleri takip edecektir.
Hz. Peygamber Medine Site devletini kurduktan sonra çevredeki krallara mektuplar yazarak onları İslam’a davet etmiştir.
Habeş kralı Necaşi onun mektubunu getiren elçisine ” Eğer yanına kadar gitmeye imkân bulsaydım muhakkak giderdim. Allah’ı şahit tutarak derim ki, O kitap ehli olan Musevilerin ve Hıristiyanların geleceğini bekledikleri peygamberdir. Ben ona iman ediyorum” diyecektir. Benzer bir tepki de Bizans İmparatoru Herakl’den gelecektir. Gelen peygamber elçisini rahip Dugatur’ul Üskuf’a yönlendirir, rahip elçiyi dinler ve şunları söyler: ”Efendiniz Allah tarafından gönderilen elçidir. Biz onu sıfatları ile biliyoruz.” Ardından aynı rahip kiliseye gidip halka seslenecek” Ey Rum cemaati! Bize Ahmet’ten mektup geldi, bizi Allah’a çağırıyor. Ben şahadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur ve Ahmet Allah’ın kulu ve elçisidir,” diyecektir. Bunun üzerine Rumlar papazı linç ederek öldüreceklerdir.(Nihat Aytürk, İslam’da Devlet Yönetimi, Lider Yöneticiler.s.76-79)
Bu tür örnekleri çoğaltmak mümkündür. Onun peygamberliğini ve peygamberlerin sonuncusu olduğunun en büyük delili bugün Musevi ve Hıristiyanların yeni bir peygamber beklememesidir. O kendinden önceki kitaplarda müjdelendiği ve son peygamber olarak kodlandığı için bugün insanlık yeni bir peygamber beklemeyerek aslında onun peygamberliğini ittifakla tasdik ediyor. Bu hakikat bile tek başına inlara giden yolu kapatmaya kafidir.
Elbette Deizm’i besleyen başka faktörler de var, inşallah onları da başka bir yazıda ele alacağız…
Hobbes, “Kılıç olmaksızın anlaşmalar sözden başka anlam taşımaz” der.
Sözleşmeler, eğer arkasında bir güç varsa ete kemiğe bürünür.
Yaptırım gücünüz yoksa, yaptığınız anlaşmaların uygulanma ihtimali de yoktur.
Apo ile halvete girme yeni değil, 2012- 2015 yılları arasında da Öcalan’la görüşmeler yapılmış, belli bir noktaya gelinmişti. Suriye’deki yapılanma, örgütün moral motivasyonunu artırınca etnikçiler, bir Suriye’de burada yaratabileceklerini düşünmeye başlamışlardı.
Görüşmelerde bir sınır konulmayınca masaya her şey getirilmiş, çıta her gün biraz daha yükselmişti. Öyle ki Öcalan, HDP’li vekillere, ”Eski yaşam alışkanlıklarını bırakın, çünkü bir rejim değişikliği olacak” diyordu.
Değişiklikten neyi kastettiğini yine kendisi açıklıyordu: “Kürt reform tasarısı güncelleştirilecek, Vatandaşlık tanımı değişecek, bunun için şunu öneriyorum; anayasa bütün tarihsel kültürleri Türkiye’nin zenginliği olarak kabul eder, kendisini ifade ve örgütlenme hakkını tanır… ana dilde eğitimi tartışmıyorum bile,(yerel yönetimlerde) yasama hakkı, ekonomik özerklik olacak. Yerel yönetimler özerklik şartındaki çekinceler kaldırılacak…”
Öcalan’ın talepleri elbette bu kadardan ibaret değil, ama bunlar bile bir ülkenin içinde sınır çizmek, ayrı bir yönetim oluşturmak, parçalanmayı pekiştirmek anlamına geliyor. Özerklik devlet içinde devlet oluşturmaktır. Milli egemenliği yok etmeyen çok az özerklik vardır, bunlardan biri ve en uzun ömürlüsü Aaland özerkliğidir. Ayrılıkçı milliyetçiliğin geriliminin yüksek olduğu yerlerde özerklikler özgürlüğe, bağımsızlığa gitmenin bir ara durağı ve bunu gerçekleştiren bir kaldıraç işlevi görüyor,
Öcalan’ın rejim değişikliği dediği şey de aslında milli devletten milletsiz devlete, yani bir nevi kabileleşmeye geçiştir. Öcalan, zaten her fırsatta milli devlete karşı olduğunu söylüyor. Baskın Oran’dan alarak, merkeziyetçiliğe gerek kalmadığını belirtiyor.
Çözüm sürecinde Örgüt ve bileşenlerinin talepleri takip edildiğinde üç hedefe kilitlendikleri görülecektir: birincisi ana dilde eğitim, ikincisi özerklik, üçüncüsü statü, yani Kürtlerin varlığının anayasaya geçirilmesi. İki milletli bir anayasa, doğrudan devlet hakkı olan iki millet demektir. Böyle bir anayasanın öznesi bireyler değil, etniler, kabileler olur. Her kollektif ayrı bir hak talebinde bulunur, aynı coğrafyada farklı istikametlere giden merkezler oluşur.
Bunun sonu da ayrışma ve kopmadır.
Aradan on yıl geçtikten sonra Türkiye aynı delikten bir defa daha geçmeye hazırlanıyor. Hendek teröründe yaşananlar, verilen şehitler unutuldu. Öcalan o süreçte, ”Bu süreci biz hazırladık, önce devleti ısıttık ortak ettik, şimdi de AKP’yi ısıtıyoruz” diyordu. Devletle, AKP’yi ısıtmak çözüm sürecinin amacına ulaşmasına yetmedi, şimdi de Bahçeli üzerinden milliyetçileri ısıtıyorlar. Milliyetçilik milli bütünlüğün garantisi, milletin sigortasıdır. Türk milliyetçileri bu oyuna gelmemeli. Türk milleti ve devletinin her türlü bölücülüğü yenecek gücü, sözünü dinletecek kudreti vardır. Başkalarının merhametine sığınanlar başkalarının izin verdiği kadar devlet olurlar!
Adamın biri dört kişiye bir dirhem verdi. İçlerinden biri;
-Bu parayla engur alalım dedi.
Diğeri Arap’tı:
-Hayır, dedi ben inep isterim, engür değil. Üçüncüsü Türk’tü:
-Ne engür, ne inep, bununla üzüm alalım diye tutturdu. Dördüncüleri Rum’du, o da itiraz etti:
-Bırakın bu lafları bununla istafil alalım .
Derken kavgaya başladılar. Birbirlerini yumrukluyor, tokatlıyorlardı.
Pek çok dil bilen alim birisi onları gördü:
“Durun, dedi, hepinizin de istediği olacak.” Parayı aldı onlara üzüm getirdi.
Çünkü hepsi de kendi dillerince üzüm istiyor, ötekinin dilini bilmediği için başka şey istediğini sanarak kavga ediyordu.
Mevlana’nın bu hikayesi ortak bir dile sahip olmamanın sonuçlarına işaret ediyor, bir arada yaşamanın ortak bir dile sahip olmakla mümkün olduğunu gösteriyor.
Bu hikâyeyi niye anlattım?
Şunun için: ABD Ortadoğu Enstitüsü Türkiye masası şefi Gönül Tol’un attığı X masajında, yeni çözüm süreci ile ilgili şu iddialarda bulunuyor:
1 – Erdoğan ve milliyetçi müttefiki yakın zamanda PKK’nin hapisteki lideri Öcalan ile görüşmelere başlamıştı. Kaynaklarıma göre Öcalan 15 Şubat’ta PKK’yi silah bırakmaya çağıracak.
2 – Karşılığında, Türk hükümeti af çıkarıp Kürtlere dil hakları gibi haklar tanıyacak ve buna bağlı olarak yeni bir anayasa yapılacak.
3 – Demirtaş gibi insanlar serbest bırakılacak. Ama bu ( tepkileri azaltmak için)zamana yayılarak yapılacak.
4 – Kuzey Suriye’de, PKK bağlantılı gruplar Barzani müttefiki KNC ile iktidarı paylaşacak ve askeri güçlerinin bir kısmını Suriye ordusuna entegre edecek. Bu özel yönetim modelinin detayları henüz net değil. Kandil’deki PKK kadroları da bunları kabul etti.
Bunların ne kadarı gerçek ne kadarı tevatür bilemiyoruz. Ancak bu iddialar içinde dil ile ilgili olanı büyük önem taşıyor. Dil parçalanması veya çift dillilik aslında o ülkenin parçalanmasıdır.
Çift dilli eğitim veren ülkelerde öteki dilin giderek konuşulmasının gereksiz görüldüğü – dil bölgeleri – oluşmakta, zaman içinde ortak iletişim dili gerileyerek toplumun birbirini anlaması zorlaşmaktadır.
Birbirini anlayamıyorsa bir topluluk nasıl millet olabilir?
Nasıl ortak duygular, ortak bir kültür ve irfan geliştirebilir. İspanya, Belçika ve Quebec örnekleri önümüzde iken çift dilliliğe cevaz vermek bölünmeye ruhsat vermekten farksızdır.
On yıl sonra ülkenin farklı dil konuşulan bir bölgesine gittiğinizi düşünün, tabelalara bakıyor bir şey anlamıyorsunuz. Yolculuk yapıyorsunuz yanınıza oturanla dil farkı yüzünden konuşamıyorsunuz. Böyle bir yerde kendinizi yabancı gibi hissetmez misiniz?
Kimse Türkçeden başka dil konuşmasın gibi faşist bir anlayışı savunmuyorum. Evde, sokakta, caddede herkes dilediği dili konuşabilir ama devletin dili tek olur, iki olduğunda zaman ve şartlar gittikçe ortak iletişim diline ihtiyacı ortadan kaldırır, aynı vatan coğrafyasında birbirini anlamayan topluluklar ortaya çıkar.
Bir adım sonrası, “zaten birbirimizi anlamıyoruz, dolayısıyla bir arada olmamız veya kalmamızın da bir anlamı yok.”
Mevlâna anlaşabilmek için ortak dilin önemini asırlar önce tespit etmiş, ama her yıl Şen-i Aruz’a katılıp nutuk atanlar onu hiç anlayamamışlar.
İki dillilik devlet ve milletin ikiye bölündüğünün ilanıdır. Çünkü millet demek dil birliği demektir. Etnik bölücüler kendilerini dil farkı ile izah etmiyorlar mı ?
Umarım bu hataya düşmezler.