Tarih tekerrür eder mi? Hatalar tekerrür ederse, onlardan kaynaklanan sonuçlar da tekerrür eder. İşte aynı kuyuya düşmemek için, geçmişin labirentlerinde dolaşmak, bugünü şekillendiren düne ait ipuçlarını bulmaya çalışmak gerekir.

Adnan İslamoğulları,  Kuyu ve Külhan ‘da tam da bunu yapmış.

Kuyu, 12 Eylül’e kadar olan Türkiye’nin, Külhan ise 12 Eylül’den sora Külhan’a, ateşe atılanların romanı.

Bir kitap, İskender Öksüz Hoca’nın ifadesiyle; daha ilk sayfalarını okur okumaz sizi içine alıp, bir parçası haline getiriyorsa iyi bir romandır. Onu okurken kendinizi de okumalı, sayfaların arasında kendinizi de görmelisiniz. İslamoğulları‘nın Kuyu’su da Külhan’ı da sadece sizi içine almıyor, kendisi de sizin içinize girerek duygu dünyanızı sarsıp duruyor.

Kitaplar, yazarın hayallerinin kurguya dönüşmüş halini resmetmiyor, tam tersine gerçeklerin, yaşanmışlıkların, acıların, kederlerin güçlü bir kurgu ile okuyucuya sunulmasını temsil ediyor. Kuyu da Külhan da hayal-roman değil, gerçekliğin romanları.

Kitapları benzerlerinden farklı hale getiren, İslamoğulları‘nın anlattığı olayların hemen tamamının bizzat içinde olması veya içinde olanlarla yakın münasebette bulunmasıdır. Bu onu hem bilgi hem de duygusal açıdan çok beslemiş.  Ama yazar, olayların içinde kalıp boğulmuyor, 12 Eylül öncesi ve sonrasına, aradan yıllar geçtikten sonra dışarıdan ve yukarıdan bakmayı ve büyük resmi görmeyi de başarabilmiş. Onun için okurken, okumuyor kitabı ve o günün olaylarını adeta yeniden yaşıyorsunuz.

Kuyu’da, 12 Eylül’e gidilirken nasıl bir toplum mühendisliği yapıldığı gözler önüne seriliyor. Mühendisliğin hedefi, gençleri çatıştırarak yeni bir düzen için toplumu hazır hale getirmektir. İçinde bulunduğu toplumsal durumu veya sosyal psikolojiyi anlayamayanlar neye hizmet ettiklerini bilemezler. Bazen verdiğimiz kararlar bize ait gibi görünse de gerçekte bize ait değil, konjonktüre aittir. Topluma hâkim olan hava sizin iradenizi ezer. Söz ağzınızdan çıkar ama o sözü size söyleten yaşadığınız şartlardır.

İşte o şartlar, yeni bir düzen kurmak isteyenler tarafından oluşturulur. Bir diyalogda yazar bunu şu şekilde dile getirir:”…gençlerin elindeki kılıcı bileyen devletin bizzat kendisi, ya da devletin içine sızmış askeriyle, siyasetçisiyle, sermayesiyle basını ile, bürokratıyla, istihbaratçısıyla emperyalizmin beşinci kol faaliyetlerini yürüten maaşlı lobilerdi…Bunlar millette çaresizlik hissi oluşturuyorlar, tek çarenin askeri bir müdahale olduğunu fısıldıyorlar.”(Kuyu,s.367-389)

12 Eylül öncesi ülkücü-komünist ayrışmasından ibaret değildir. Diğer gruplar da bu kavganın dışında ama meyvenin olgunlaşıp kucaklarına düşeceği günü beklemektedirler. Kitapta, Menzil, Millî Görüş, Fethullah Gülen yapılanması ayrı ayrı bir romanın elverdiği ölçüde irdelenir. Bugün olanların endişesi, o günlerde romanın kahramanlarından ağabeyin ağzından şu şekilde verilir: “Milletimizin dini hassasiyeti yüksektir ama yüksek olduğu kadar da istismara açıktır. Din elden gidiyor diye başlatılan fitnenin ateşi büyük olur, söndürülmesi zor olur. Siyasi kavgalara benzemez. Asıl İtilafçılar bunlardır. Atatürk’ü sevmezler hatta düşmandırlar, Enver Paşa’mızı da sevmezler hatta düşmandırlar, cumhuriyetle bitmeyen bir hesapları ve kinleri vardır…Korkarım ki siyasetin içinde dini saiklerle mevzi alanlar bozacaklar ahengimizi.”(Kuyu,s.122) Çünkü, “bu topraklarda en çetin ihanet din kisvesi altına gizlenen ihanettir, en kolay o ihanet yayılır.”(Kuyu,s.239)

Kırk beş yıl öncenin Türkiye’si anlatılırken etnik ayrılıkçılığın ayak sesleri de girmiştir romana, Romanın bir başka kahramanı Mehmet Selim Efendi şöyle anlatır: “Kürtçülük ayrı bir bela, Komünizmin memelerinden süt emiyor ve serpiliyor. Komünizmden daha büyük bir bela… Ne var ki Ermenilerin ve Kürtlerin dünyada olup biteni anlayacak ferasetleri yok, hafızaları da; sahip oldukları tek hissiyat düşmanlık“(Kuyu,s.127-143)

Bugün de Kürtçülüğün aynı memelerden süt emmesi garip değil mi?” Dün devrim adı altında sloganlara hapsolmuş bir ideoloji ile halkların kardeşliği adı altında alttan alta yürütülen Kürtçülük arasına sıkışmış  bir sol,”(Kuyu,S.127) bugün onun siyasi uzantısını meşru görmekle, Sol -Atatürkçülük arasında sıkışmış bir sol. Dünle bugünün mukayesesi yapıldığında çok şey değişmediğini,  aynı hataların tekrar edildiğini görüyorsunuz.

Kuyu’da sadece toplum psikolojisine dikkat çekilmez, asker psikolojisine de dikkat çekilir. Askerin vatandaşa bakışı Nilüfer hanımın ağzından şu şekilde anlatılır:  “…Bu asker takımının zaafıdır, karşılarındaki herkesi alt rütbeleri zannederler ve itirazdan hoşlanmazlar. Vatanseverliğin de kendi inhisarlarında ya da omuzlarındaki apoletlerde asılı olduğun vehmederler…”(Kuyu,s.115) Başkalarına güvenmemek, darbe dönemlerinde o başkalarını vatansever, vatan haini ayırt etmeden aynı kefeye koymaya, aynı acımasızlığın muhatabı etmenin nedeni olur. Sivillere güvenmemek bu psikolojiden neşet eder.

Külhan’da ise artık darbe olmuş ülkücülerin Yusufiye süreci başlamıştır. İşkenceler, baskılar, zulümler gırla gider. Romanların kahramanının adının Yusuf olması biraz da bundandır. Yusuf Peygamber, önce bir kuyuya sonra da hapishaneye atılır. Romanın Yusuf’u işkencelerden geçer ama hapse düşmez, yıllarca firar gezer, yoklukları tadar. Kuyu’su da içine girdiği mücadele ve tanık olduklarıdır. Kitap, dışarıdakilerin içeridekilere yetişmek için çırpınışlarını anlatan pasajlarla doludur. Mesela Ömer Haluk, “İçeridekilerin yiyemediği yemekleri yememeye ahdeder, varını yoğunu cezaevlerindekine harcar.”(Külhan,s.99) İsmen tanıdığınız bazı isimleri yeniden ve bir başka yüzleri ile tanırsınız. Kimler yoktur ki, Rahmetli Türkeş, Rahmetli Galip Erdem, Rahmetli Yazıcıoğlu,  Ali Uzunırmak, Bahçeli, Ömer Haluk  (Suat Başaran), Sefa Şefkat Çetin, Necmettin Hacıeminoğlu, Nevzat Kösoğlu, Cem Ersever, Topal ve daha bir çok isim kendi ad ve namları ile her iki romanda arz-ı endam ederler.

Kitapta, hapishanelerin –siyasal İslamcılar- tarafından nasıl ablukaya alınıp bazı yerlerde -mücadelelerinden şüpheye düşürülenlerin nasıl ülkücülükten firar ettiklerini anlatılır. Aslında firar edilen ülkücülükten çok kendi cehaletleri ve kendi niyetlerine olan güvensizlikleridir. Birçoğu dini eğitim almamıştır. İslam’ı bilmemek,  bazılarının onlara verdikleri mücadelenin de ,İslam’la bağdaşmadığını- telkin etme fırsatı verir. İç dünyaları dağılınca kendi yaşadıklarını bile kendi gözlemleri ile değil, bu çevrelerin gözlemleri ile anlamaya başlarlar. Kendilerinden, inançlarından şüpheye düşerler. “Cahiliyeden İslam’a” rücu ettiklerine dair bildiriler yayınlayıp kendi geçmişlerinden koparlar. Bu konu, ülkücü çevrelerde biraz kapalı kalmış, çok konuşulmamış, yazılmamış bir konudur. Niyetinden emin olan, biraz dini bilgisi bulunan, kafasındaki boşlukları doldurmuş hiçbir ülkücü bu propagandalara rağbet etmedi. Mesela benim de kaldığım Buca cezaevinde dışarıdan gelen kitaplar mutlaka adı konulmamış bir sansürden geçerdi,  gönüllülük esasıyla okunmaması gerekenler söylenir ya o kitapların ya kapağı açılmaz ya da -teşkilattan birinde- toplanırdı. O topladığımız kitapların çoğu hala kitaplığımda durur. Onun için hatırladığım kadarıyla, Buca’da/Şirinyer Askeri cezaevinde, Konya, Kayseri, Manisa, Denizli ve Aydın ÜGD davalarının tutuklularında hiç fire verilmedi. Ama cezalar kesinleşip herkes yeni cezaevlerine gidince dışarıdan yönlendirilen ve ülkücüleri -ırkçı, kafir- ilan eden yayınlar bazılarını etkiledi. İnanç ve mücadelelerinden şüpheye düştüler ve tabii bu ülke için hiç risk almamış, insanları Müslüman veya kafir ilan etme tekeline sahip olduğunu düşünen kesimlerin oyununa geldiler. Romanda, o dönem dışarıda çıkan Yazı dergisine işaret edilir. Yazıyı çıkaranlara göre, TE CE’ye hizmet edilmezdi, bu düzen küfür düzeniydi, siyaset de onun aracıydı. Çok sert, Selefiliği çağrıştıran yayınlar yaptılar. Taa ne zamana kadar? AKP iktidar olunca, siyasete küfür diyenlerin hepsi AKP’ye kemik kapmaya koştu. Kimi vekil oldu, kimi bakan odu, içinde parti başkanları bile çıktı. Şu anda AKP’de en etkili olan grup da bu gruptur.

Gerek Külhan’da gerekse Kuyu’da romanın kahramanlarından ağabey birçok defa “iki tarafın(Komünist-Ülkücü) kavgasından korkarım ki üçüncü taraf kazansın” diye endişelerini dile getirir. Üçüncü taraf, İslam’ı tekellerine alan siyasal İslamcılardır. Aradan yıllar geçer ve bu öngörü gerçek olur.

İslamoğulları, bizdeki devlet ve devletçi anlayışa, Tanpınar’ın şu sözleri ile dikkat çeker. Konuşan romanın baş kahramanı Yusuf’tur :” Türkiye evlatlarına kendisinden başka şeyle meşgul olmak imkanını vermiyor, diyor Tanpınar. İşte o benim olmayacağımı söylediğim dünya, Türkiye evlatlarına gerçekten kendisinden başka bir şeyle meşgul olmayı bırak, kendisinden başka bir şey düşünmesine bile müsaade etmiyor. Oysa bu ülkenin evlatları her şeyden önce kendisini düşünmeli. Kendi geleceğini hayal etmeli. Önce kendi geleceği ile ilgili hayalleri olmalı. Kendi ihtisas alanlarını tercih etmeli ve bu alanda yoğunlaşmalı. Söylesene bana kendi hayallerinin peşinde koşan kaç kişi var? Kaç kişi küçük yaşlarında istediği şeyin peşinde hala. Meslekler bile ideolojik eksiklik alanlarında tespit ediliyor hala. Sanata meyilli çocuklar mühendislik okuyor, mühendis olacaklar dil ve tarih coğrafyada okuyor. Nerde gazetecilik, nerede sanat tarihi, nerede felsefe, nerede sosyoloji, nerede plastik sanatlar? Teşkilat bünyesinde sergi açılışı duymadım ben hiç. Diyeceğiz ki, toprağa düşmekten cenaze omuzlamaktan vakit mi bulduk? Neden? İşte sebeple, henüz ergenliğe ulaşmış gençlerin Türkiye’den başka şey düşünmesine müsaade etmiyor bu ülke ve özellikle o bahsettiğin yapılar…”(Külhan,s.64)

Yazar, her iki romanda da –solcular/komünistler- için mutedil bir dil kullanır, incitici bir dil kullanmaktan kaçınır. Doğru da yapar, geçmişin kavgalarını bugüne taşımamak için kelamını ve kalemini sivriltmez. Kuyu’nun kahramanlarından biri olan solcu Ender’in vatansever olduğunu söyler. Geçmişin kavgalarını geçmişte bırakmaya dikkat eder. Bu savaşın başkalarına yaradığını, iki tarafı da ezip yaraladığını anlatır. Bu aslında, bugünün gençlerine bir uyarıdır. Kuklacının elindeki kukla olmayın der.

Kuyu ve Külhan, son 45 yılın romanlaştırılmış bir tarihi gibi. İyi roman, bir çırpıda okuyup bitirmek istediğiniz, her sayfasını merak ettiğiniz kitaptır.İslamoğulları’nın romanları da öyle. Her sayfada bir sonraki sayfayı merak ediyorsunuz. Dünü ve bugünü anlamak isteyenlerin vazgeçemeyecekleri iki kıymetli eser. Kitapları önemli kılan bir başka husus da Yazarın, tanık olduklarını cesaretle dile getirmesi ve yanlışı olanları gizleme gereği duymamasıdır. Kısa süre görev yapan bir Ocak genel başkanının -sıra dışı ilişkileri- ortaya çıkınca yaşananları, o kişinin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarının ayrılma sürecinde oynadığı rolü, aracında bir dolu silah yakalanmasına rağmen ifadeye bile çağrılmayan bir başkasını açıklıkla anlatır. Kendi adıma karanlıkta kalmış birçok notayı bu büyük emek mahsulü eserler sayesinde öğrenme imkânı bulduğumu söyleyebilirim.

Yazıyı,  yazarın sivil bir milliyetçiliği savunan şu tespitiyle bitirelim: “Fikrimiz iktidar, biz içerideyiz” diyenleri romanın baş kahramanı Yusuf şöyle eleştirir: “Milliyetçi siyaset ve devlet arasındaki siyasal ensest ilişki sona ermeden, devlet babanın her istediğinde evlatlarına musallat olma hakkını bizzat kendi entelijansiyasının   verdiği bir siyasi hareketin müesses nizamdan ve devletin içindeki güç odaklarından bağımsız bir siyaset takip etmesi mümkün olamaz. Böyle bir siyasi hareketin gerçek anlamda bir iktidar olma isteği ya da hedefinin olduğu iddiası kargaları bile güldürür.”(Külhan,s.130)