DOLAR 39,3022 0.32%
EURO 44,9570 0.28%
ALTIN 4.147,84-0,55
BITCOIN 40831230.74567%
Elazığ
22°

AÇIK

SABAHA KALAN SÜRE

NİLGÜN DUYAR

NİLGÜN DUYAR

08 Kasım 2022 Salı

AKIŞKAN MODERNİTE

AKIŞKAN MODERNİTE
0

BEĞENDİM

ABONE OL

AKIŞKAN MODERNİTE

Sosyoloji, toplumsal sorunların anlaşılması ve toplumdaki aksaklıklara eleştirel bir açıdan bakılabilmesini sağlayan bir sosyal bilimler alnıdır. 20. ve 21. yüzyılın en önemli teorisyenlerinden  Zygmunt Bauman, yapmış olduğu çalışmalarda  eleştirel  bir bakış açısı ile pek çok  toplumu  incelemiştir.  Polonyalı düşünürün,  yapmış olduğu bu çalışmalarından biri olan “Akışkan Modernite” dir. Bauman’ın bu kuramı pek çok alana konu olmuştur. Düşünür, bireylerin yaşamış oldukları korkularla birlikte günümüzde belirsizlik ve güvensizlik ortamının akışkan moderniteyi doğurduğunu vurgulamıştır. Akışkan Modernite Bauman’ın çerçeve kavramlarından birisi konumundadır. Bu çalışmada kullanılan diğer kavramların üzerinde anlam kazanacakları çerçevedir. Bu nedenle öncelikle Bauman’ın bir zemin işlevi görecek olan bu kavramı hangi anlamlarda kullandığını ele almak gerekir. Akışkanlık/katılık ikililiği Bauman günümüz modernitesi ile onun bir önceki aşamasını karşılaştırmada sıklıkla kullandığı merkezi bir kavramdır.  O, günümüzü tanımlamada   “akışkanlık” tabirini kullanma hususunda herhangi bir tereddüt içerisinde değildir.

PEKİ AKIŞKANLIK NEDİR? 

Bauman, akışkan modernliğin, onu katı döneminden ayıran özelliklerini akışkanlığın ansiklopedik anlamını vererek son derece basit ve anlaşılır bir açıklama sunmaktadır. Tanımı şu şekilde: “Sıvıların ve gazların, durağan durumdayken, içlerinden geçtiği hayal edilen bir düzleme etki eden güçlere direnememesi ve bu nedenle üzerlerine bir güç uygulandığında şekillerinin sürekli olarak değişmes. Tüm bu özellikler, günümüzdeki emek ile sermayenin hareketlilikleriyle  ilgili oldukça işlevsel temel sağlamaktadır.

Bauman, (katılar/akışkanlar) modernite bağlamında ayrılmaz bir çift olarak görür. Aslında modernlikte en başından beri akışkanlık özelliğini bağrında taşımaktaydı: akışkanlık katılığın zıddı değil, katılık arayışının bir sonucuydu. Geçmişten bir örnek vermek gerekirse; Komünist Parti Manifestosu’nun yazarlarının isimleriyle özdeşleşmiş olan “katı olan her şeyin buharlaşması” tabiri Bauman’ın bu tespitini sağlamlaştırmaktadır.

Akışkanlık kavramının ne anlamda kullanıldığını açıkladıktan sonra düşünürün,  akışkan modernite kitabından kendi çapımda yapmış olduğum okumadan algılayabildiğim kadarıyla kısa bir analizini yapmaya .

Bauman’ın   Akışkan Modernite  kitabını anlayabilmek için öncesinde “modernite, kapitalizm, sosyalizm, akışkan modern dünyadan 44 mektup”  kitaplarını okumak işleri kolaylaştıracaktır. Çünkü; akışkan modernite kitabı bir başlangıç kitabından çok bir sonuç kitabıdır. Bir başka ifadeyle akademi camiasına yazılmış dersek daha yerinde olacaktır. Kitap geneli itibariyle başta sosyologlar ve felsefeciler olmak üzere dünyanın “modernizm” kavramına bakış açısını sunuyor. Bolca kavrama ve isme aşina olmanız gerekli eğer amacınız maksimum faydayı sağlamak ise en basitinden Marx, Tönnies, Weber, Nietzsche… bilip bunların terminolojisine kısmen hakim olmanız gerekir. Sonuç kitabı olduğundan dolayı kavramların çoğunu bildiğinizi varsayıyor Bauman. Bundan yola çıkarak da bu düşünürler üzerinden kendi fikirlerini inşa ediyor.

Bauman’ın ilgilendiği temel konuların başında “modernizm ve post-modernizm” kavramları gelmektedir. Modern  düşüncenin dünyayı değiştirebileceği fikriyle birlikte doğduğunu ileri süren Bauman, toplumsal ve psişik anlamda modernlik anlamına gider. Toplumsal anlamda modernlik standartlar, umut ve suçlulukla ilgilidir. Psişik anlamda modernlik ise kimlikle, henüz burada olmayan, bir ödev bir misyon ve bir sorumluluk olan varlık gerçeğiyle ilgilidir.

“Akışkan Modernite” deki “akışkan” kavramının ifade ettiği şey:  Bauman  moderniteye bir süreç olarak yaklaşmış ve bunun içinde akışkan modernite diye nitelemiştir. Yazarın söylemiyle modernite aslında her dönem yeni bir şekil almaktadır ve bu söylem geç modernite, ileri modernite, postmodernite gibi kavramlarla ifade edilmektedir. Bunların hepsini tek kavramla “akışkan modernite” ile ifade etmektedir.

Emek ve beden ayrışmasında ise, artık teknolojik gelişmeler ve beşeri sermayenin öne çıkmasıyla beraber emek ve beden birbirinden ayrışmıştır. Birbirine çok uzak olan coğrafyalardan birinden diğerine iletişim aracı vasıtasıyla emeğinizi pazarlayıp satabiliyorsunuz. İşgücü piyasası bakımından küreselleşen dünyada emek piyasasında maliyetlerin düşmesine sebep olacaktır. Ücretlerin düşmesi işveren  lehine, işgücü sahibinin ise aleyhine bir durumdur.

Postmodern dönemde siyaset alanında ise bireyin pasif olduğu düşüncesi hakkında: 1900’lü yıllarda ne yapmalı? Sorusundan yola çıkılarak, buna odaklı düşünen ve cevap arayan bireyler mevcuttu. Cevaplarda genel olarak ideolojilere karşılık gelmekteydi. Günümüzde sorulan soru ise “kimin yapacağı?” çünkü, insanlar artık her şeyin farkında olmasına rağmen bu sefer  sorumluluk bilincinden sürekli bir kaçış izleme ve sorumluluğu karşı tarafa yükleme eğilimi izlenmektedir.

Postmodern bir yaklaşıma sahip olan ve çağdaş sosyolojinin öncülerinden olan Bauman, bu kitabında modernitenin bireye, topluma olan etkisine değinmiş ve iyi sonuçlar olarak görülen fakat hiç de iyi olmayan bir sonuçlar bütününü oluşturan moderniteyi ele almıştır. Basit bir izleme ya da alışveriş zevkinin aslında temelinde yatan ve bireyselleştiren tüketim anlayışını anlamak, toplum ve modernite üzerine fikir sahibi olmak isteyen herkesin okuması gereken bir eser. ekrandaki özgürlük ne kadar büyük, mağaza vitrinlerinde bize el sallayan güzellikler ne kadar baştan çıkarıcı olursa yoksullaştırılmış gerçeklik duygusu o kadar derin seçme hazzını bir anlığına da olsa tatma arzusu o kadar baş döndürücü olur.

“Akışkan Modernite”  geçmişten süregelen bir gözlemin okuyucuya perspektif bir şekilde aktarılmasıdır. İçerisinde adı geçmiş, bazılarının adı bile geçmemiş bir çok politikacı, din adamı, filozof, bilgin, düşünür ki bunlar Adorno, Deleuze, Descartes, Freud, Aristotales, Kant, Nietzsce,  Schopenhauer, Platon gibi sizlerin de daha önce yapıtlarını okuduğunuz, isimlerine aşina olduğunuz kişilerin anlatılarına yer vermektedir.

Bauman’ın akışkan modernite kuramı, sosyoloji açısından bakıldığında, akışkanlığın olumsuz bir çerçevesini çizer.

 

Devamını Oku

VİTRİNDE YAŞAMAK 1980’LERİN KÜLTÜREL İKLİMİ (2) (NİLGÜN DUYAR)

VİTRİNDE YAŞAMAK 1980’LERİN KÜLTÜREL İKLİMİ (2) (NİLGÜN DUYAR)
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Cumhuriyet tarihimiz boyunca siyaset yapmak, yani toplumu oluşturan bireylerin toplumun
yönetiminde söz sahibi olması, ülkemizde her zaman zordu. Zaten zor olan bu siyaset imkanını 80
darbesiyle topyekün ortadan kaldırıldığından, yazara göre, kalabalıkların kültürel kimliklerini siyaset
olmaksızın doğrudan, dolaysız yollarla ortaya koydukları bir dönem olmuştur. Yine yazarın diliyle,
Ankara ütopyasının inandırıcılığını yitirmesiyle İstanbul’un başka bir ütopyanın, başka modernleşme
vaadinin simgesi olduğu bir dönem aynı zamanda. Kemalizmin topluma biçtiği bir modern,
medenileşmiş rolün ve bu doğrultuda uygulanan basının ve oluşan “üst kültür”ün özgürlükler
temelinde hızla dağıldığı, daha önce görülmek istenmeyen “aşağı kültür”ün patladığı bir dönem de
aynı zamanda. Yalnızca aşağı kültür için değil, seçkinler için de bir özgürlük vaadi ile birlikte cazibe
yarattığı bir dönem.
Nurdan Hanım yazılarında taraf tutmuyor; bir tarafı eleştirirken diğer tarafı olumlamıyor, beğensek
de, beğenmesek de dönemin resmini çekiyor sadece. Yazılarını kaleme aldığı dönemde henüz bu
gelişmelerin sonucunu izleme şansı olmadığından tespitlerinin doğruluğunun iddia edilemeyeceğini
de dile getiriyor. Günlük hayatımızda her ne kadar unutsak da küçümsemek, reddetmek, yargılamak,
kolay ancak, anlamaya çalışmak zordur. Oysa ki daha iyi bir gelecek için-ilerlemek için farklılıklarımızı
törpülemek değil, farklılıklarımız ile birbirimizi anlayıp, onlar sayesinde değer yaratmaktan geçiyor.
Nurdan Gürbilek, belli bir tema çerçevesinde toplanan, farklı noktalardan meseleyi açımlayan, bol
bol zihinsel yürüyüşe çıkaran bir üsluba sahip. Politik ve kamusal kültüre odaklanan yazar, siyasi ve
kültürel söylemleri, yenilikleri, dönüşümleri irdeliyor-sorguluyor. Türkiye’nin 80’ler dönemini
sosyokültürel açıdan çözümlüyor bu eserinde. Yazarın sözünü bastırılışı ve patlayışı olarak adlandırdığı
bu dönemde reklamcılık, iletişim ve basın gibi sektörler önemli bir yol katetmiştir. Yazara göre
reklamcılığın ve basının gelişmesi, ülkeyi televizyon ve billboardlarda bir vitrine dönüştürmüştür.
Reklam sektöründe bu dönemde ülkenin kültürü, geçmiş bir hammadde olarak kullanılmıştır.
Kapitalizmin bir ürünü olan popüler kültür ülke kültürünü, tarihini endüstriye taşımış ve bu dönemde
tüketim odaklı bir düşünce hakım olmuş.
Vitrinler, hep bir bolluğa işaret eder. Ama bu bolluğu mümkün kılan, vareden, onun için harcanan o
sırada tükenenler yer almaz vitrinde. Çünkü, vitrin, teşhir ettiği malın bir emek ürünü olduğunu gizler
bakan kişiden. Vitrinde yaşamak, 80’li yılların kültürel ikliminin çözümlemelerini yaparken bir yandan
da bugünü anlatıyor aslında. bir şeyin içindeyken ona dışarıdan bakmak hüner ister, o vakitleri
yaşayanlar içinde geçerlidir bu. o devirleri yaşarken doğru kavranılamayan birçok şeyi netleştiriyor
aydınlatıcı bir biçimde. Gürbilek’in üzerinde en çok durduğu tespitlerinden biri baskıcı olanından,
kışkırtıcı iktidar biçimine çelişkili dönüşümün ( hatta ikisinin aynı anda var olması, deyim yerindeyse
tavşana kaç tazıya tut denmesi) suretinin özgürlük olması, bu değişimin, insanların bir özgürlük
olduğu sanmasıyla da gerçekleşmesi, vitrinde yaşamak sadece yazıldığı seneler için değil, bugün için
de hala geçerli.
Okurken 80’lerdeki müzik, edebiyat, kurumlar, kişiler, aile gibi çeşitli kavramlar arasında yolculuk
yaptım. Yazar; toplumun sosyokültürel devinimlerine, şehirli-taşralı ayrımına ve benzerliğine ışık
tutuyor. 80’ler dönemine şu anki durum dikkate alındığında uzak gibi duruyor olsak da oldukça
yakınız.
Gelişen bilgi teknolojileri ve ona bağlamlılık ile özel alanın olmadığı bir çağdayız. Kişilerin
hayatlarının özeli kamusal olmuş, artık özel ve kamusal içiçe geçmiştir. Popülerliğin her şeyi kuşatması
ve onun kamusallığı hatta bizim hayatımızın kamusallığını anlatan eserde, yazar, kimin hayatlarını
yaşadığımızı çok iyi analiz etmiş. Aynı zamanda 80’li yıllardan itibaren ortaya çıkan globalizasyon
kavramı ile Türkiye’nin sosyal yapısının değişmeye çözülmeye başladığını anlamak açısından da
önemli bir eser olduğu düşüncesindeyim. Bana kalırsa günümüzdeki yozlaşmanın temellerini
anlamanın sırrını da barındırıyor. Sakin ve yavaş bir şekilde okunması gereken bir kitap. Yazarın
deneme alanındaki başarısı tartışılmaz lakin her bölüm birbirinden ayrı konular işlediği için anlam
karmaşaları ortaya çıkıyor. Vitrinde yaşamak, düşünerek irdeleyerek okuduğum kurgu dışı bir kitap
oldu benim için. Sosyolojiye ilgisi olanlar, Türkiye’nin geçirdiği sosyokültürel değişimi anlamak
isteyenler için okunacak kitaplardandır. Sonuç olarak Türkiye’de liberalizmin coşmaya başladığı, baskı
ile endüstriyel özgürlüğün aynı anda idare edildiği 80’ler dönemini anlamak adına başarılı bir
denemedir. Dağınık, karışık bir yazı oldu; lakin ne kadar uğraşsam da daha iyi bir şekilde toparlayamadım. İyisi mi, konu ilginizi çektiyse doğrudan Gürbilek’in kaleminden okuyun ☺

Devamını Oku

VİTRİNDE YAŞAMAK 1980’LERİN KÜLTÜREL İKLİMİ (1) (NİLGÜN DUYAR)

VİTRİNDE YAŞAMAK   1980’LERİN KÜLTÜREL İKLİMİ (1) (NİLGÜN DUYAR)
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Vitrinde yaşamak Nurdan Gürbilek’in kaleminden okuyucusuyla buluşan güzel, zihin açıcı bir
eserdir. Yazarın, gözlem gücü, dildeki yetkinliği ve sohbetvari üslubu ile okuyucuyu
kendine çekmeyi başarıyor başlıktan da anlayacağınız gibi kitap 80’lerden bahsediyor. Darbenin,
şiddetin, baskının gölgesinde Türkiye’nin kültür iklimindeki değişimleri gözlemlemiş. Televizyon,
müzik, yazılı basın, cinsellik, kürt meselesi, reklamcılık ve daha bir çok alandaki değişimi irdelerken
toplumda meydana gelen çelişkili durumlara dikkat çekiyor. Aslında çok keskin bir biçimde
yaşadığımız değişimlerden bahsediyor. Popüler kültür birden bizi ele geçirmeye başlamış,
pazarlamacılığın artmasıyla kapitalizmin kucağına düşmüş bir toplum oluvermişiz. Ahlaki
tutumlarımız, olaylar karşısında ki tepkilerimiz dahil davranışlarımız komple değişmiş biz farkın da
olsak da olmasak da; görünen ile öz farklı oluvermiş, bir çok şey rol icabı, göstermelik oluvermiş.
“Vitrinde yaşamaya” başlamışız. Bu durum günümüzde hala devam etmektedir, hem daha belirgin
bir şekilde. Nurdan hanım bakış açısıyla geçmişe dönük bir değerlendirme eser kaleme almış.
80’lerin ilk yarısına darbenin, şiddetin, baskının: ikinci yarısına görece özgürleşmenin, daha modern
da sivil bir iktidarın damgasını vurduğu söylenebilir. Gürbilek, 2022’den 1980’lere kadar uzanan bir
yolculuğa imkan veriyor. Bunu da toplumun herkesimini ele alarak ustalıkla işliyor. Cinsellikten kürt
sorununa kadar geniş konulara yer veriyor. 80’li yılları görmedim ama okurken o dönemleri yaşamış
gibi hissettim. Askeri darbe sonrasında Türkiye’nin yaşadığı travmayı net bir üslupla ve tarafsız bir
şekilde okuyucularına aktarmış. Vitrinde yaşamak, belli bir tema çerçevesinde toplanan, farklı
noktalardan meseleleri ele almaktadır. 80’lerin politik ve kamusal kültürüne odaklanan yazar, siyasi
ve kültürel söylemlerin iktidar alanlarını, yenilikleri, aşınmaları ve dönüşümleri sorguluyor. Yazarın sol
üslubu-sol bakışı bu kitabında daha liberal-sol bir noktaya konumlandırdığı söylenebilir. Bu bir eksiklik
olarak görülmemeli, ideolojinin tahakkümünden kaçma çabası olarak algıladım şahsen. Arabeski
analiz ettiği kısımlar da serbest düşüncenin olanaklarını olabildiğince kendini kısıtlamadan
kullanmasının bir getirisi olsa gerek.
80’ler mahrem olarak kabul edilen her şeyin dile geldiği dönemdir. 70’li yıllara göre özgürlüğün,
varoluşun dile geldiği dönemi; kültürel değişimi, modern toplumun oluşumu ve bu süreçteki
toplumsal basıklara örnekler vererek “nereden nereye” döndüye getirerek anlatıyor. Taşralıdan,
şehirliye kadar; basından-sağlığa, ekonomiden-hukuka tüm dalları içine alan kültürün değişiminde
faktör oynayan bir çok konuda görünmeyenlerin dile getirildiği bir eserdir.
Bakılanla kurulan ilişki aslen bir seyir ilişkisine sözün kendisi bir vitrine dönüştü. Birçok şeyin
gösterildiği için ve göründüğü kadarıyla varolduğu, sergilendiği için seyredildiği kadarıyla değer
kazandığı bir toplum ortaya çıktı, epeydir vitrinde yaşıyoruz hepimiz.
Yaşadığı ülkeyi iyi gözlemlemiş, ülkedeki ve dünyadaki değişimleri-dönüşümleri iyi okumuş,
toplumun devinimini anlamaya çalışmış Nurdan Gürbilek, bunu yaparken de kullandığı samimi,
alçakgönüllü, sakin, klişeler ve popülerlikten uzak dili, büyüleyici üslubu o dönemleri adeta yaşatıyor
okuruna. 80’ler denince neleri anlıyoruz, neleri yaşamışız, neleri konuşmuşuz?
Kendimce anlatmaya çalışayım: 1980 askeri darbesi, elinde kuran-ı kerim ahaliye din dersi veren ve
komünüstlere karşı uyaran Kenan Evren, işkence, tutuklamalar, yurt dışına kaçmasalardı
hapishanede sürünen aydınlar, tek kanallı “TRT” devlet televizyonu, sayısı hızla atan gazete ve
dergiler, her siyasi konuda görüşü alınan görevdeki askerler, “halkın en çok güvendiği kurum=ordu”
şirketlerin yönetim kurulunda emekli askerler, kapalı ekonomiden çıkış, serbest piyasa ekonomisine
giriş, televizyonlarda önceleri yasak olan arabesk müziğinin yer alması… bugün bize şaşırtıcı gelen bir
çok yasağın tabunun delindiği, değişikliğin yıldırım hızıyla yaşandığı bir dönem…
Gürbilek, 80’lerde ülkemizde yaşanan keskin kültürel değişimi çözümlemeyi amaçlıyor. 80’ler yazarın
deyimi ile bir yandan çerçevesini ülkenin o zamana kadar görmediği ölçüde baskının, yasağın, devlet
şiddetinin çizdiği, öte yandan ise bu toplumun pek de tanışık olmadığı başka bir iktidar biçiminin,
kendisini kurumsuzluk olarak sunan, yasaklayıcı değil oluşturucu, kışkırtıcı, özgürleştirici bir sivil
iktidarın damgasını vurduğu dönem. 1980’lerin ilk yarısında toplum darbenin gölgesinde tutuklama,
işkence, korku ve süregelen hakim devlet ideolojisi ile bastırılmış iken ikinci yarısında ise aynı toplum
birçok alanda eşi görülmemiş hızla; kimliklerin, sözün, sokak dilinin, kentlerde gecekondu
mahallelerinin, Anadolu’da taşranın on yıllar boyu üzerinde oluşmuş ve bir şekilde kanıksanmış
baskıdan kurtularak büyük bir hızla ortaya çıkan ve dokunduğunu da kendisiyle değiştirişini anlamaya
ve anlatmaya çalışıyor yazar. Resmi devlet ideolojisinin o zamana kadar baskıladığı, yok saydığı, dile
getirenleri hapislerde süründürdüğü tabuların; yok sayılan kürtler, kadınlar, farklı cinsel kimliklerin
ortaya çıktığı ve konuşula bildiği, çeşitlenen basının özel hayata yöneldiği, her şeyin hızla tüketildiği,
para kazanmanın bir numaralı değer haline geldiği bir dönem.

Devamını Oku

EVCİL HAYVANLAR İLE İNSANLARIN ETKİLEŞİMİ (NİLGÜN DUYAR)

EVCİL HAYVANLAR İLE İNSANLARIN ETKİLEŞİMİ (NİLGÜN DUYAR)
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Evcil bir hayvan edinmek, büyük bir sorumluluk altına girmek demektir. Evcil hayvan,
büyük bir dikkat, zaman, duygusal ve finansal yatırım gerektirir.
Hem hayvan sağlığı için hem de hayvandan insana geçebilecek hastalıkların olması nedeni ile
düzenli veteriner kontrolü zorunludur. Bunun için de zaman ve para yatırmak gerekmektedir.
Bilimsel araştırmalar, evcil hayvanların eskiden iddia edildiği gibi insan sağlığını olumsuz
etkilemediğini göstermiştir. Hatta bu iddianın yersiz olduğunu göstermekle kalmamış, insan
sağlığına fayda sağladığını göstermiştir.
Geçmişte, tüylü ev hayvanlarının alerjiyi tetiklediği söyleniyordu, ancak yapılan
araştırmalar bunun tersini göstermektedir.
Tüylü evcil hayvanların, mikrop taşıma ihtimalinin yüksek olması nedeniyle mikroplara maruz
kalan insanların bağışıklık sisteminin daha güçlü olduğu gözlemlenmektedir.
Evcil hayvan sahiplerinin kolestrol ve trigliserit seviyelerinin daha düşük olduğu
gözlemlenmiştir.
Bir hayvana bakmak fiziksel aktivite gerektirir. Kent insanlarında yaygın olan fiziksel aktivite
azlığının neden olduğu olumsuzluklar bu sayede azalabilir.
Kuşkusuz candan bir dostun varlığı, yalnızlık duygusunu azaltır. Hayvanlar sahiplerinin
duygularını anlama ve onlara destek olma konusunda çok hassastırlar.
Koruma duyguları da çok yüksek olduğundan, sahiplerinin üzgün olduğunu fark eden
kedi/köpekler, sahiplerini sevgi yağmurunu tutarlar, koşulsuz sevgi verirler sahiplerine.
Hayvanların aynı zamanda insanlar üzerinde sakinleştirici etkisi de vardır.
İnsanların evde kedi-köpek beslemesinin nedenlerini çok merak ediyordum ve evcil
hayvan sahipleri ile hayvanları hakkında konuşulduğunda, gözlerinin bir başka ışıldadığını fark
ettim! Bu insanlar evcil hayvanları ile kurdukları dostluktan büyük keyif alırlar ki yaşadıkları
bu güzel duyguyu dışa vurmaktan kaçınmazlar.
Sahiplerinin hayvanlarla kurdukları empati ve iletişim, duygu ve düşüncelerini, evinde hayvan
bakmasının nedenlerini ve tercih yaparken nelere göre karar verdikleri üzerine kısa bir
araştırma ve hayvan sahiplerinin düşüncelerini sizlerle paylaşmak çok güzel bir duyudur
benim için, umarım sizlere keyif alırsınız.
Evinizde neden kedi ya da köpek bakmayı tercih ediyorsunuz? Ya da soruyu biraz daha
spesifik olarak şöyle sorabiliriz: evde kendinize neden bir dost edinmek istiyorsunuz? Bu
tercihi yaparken neleri dikkate alarak karar veriyorsunuz?
-Evimde evcil hayvan besleme kararım çocukluğumdan beri hayvanlara düşkünlüğümden
kaynaklanıyor. İnsanlarla aram çok iyi olmadığı için ve çok sosyal biri olmadığımdan evimde
bir hayvan olmasını istedim. Bunu tabii ki bütün olumlu ve olumsuz yanlarıyla da gözden
geçirip bir kedi sahiplendim.
– Kedilerin evdeki stres yönetimini ele alıp sıfıra indirdiğini düşünüyorum bu yüzden evimde
kedi bakıyorum. Bu cevap üç aşağı beş yukarı bütün kedi sahipleri için geçerlidir.
– Evcil hayvan bulundurma nedenim, sorumluluk bilincimin artması, gün içerisinde yaşamış
olduğum stresten kaçabileceğim bir odak noktamın olmasını istemem ve hayvanlara olan
düşkünlüğümdendir. Kedi besleme yönünden tercih yaparken de bakımına gerekli ilgi ve
alakayı gösterebileceğime olan inancım ve harcama imkanımı göz önünde bulundurarak
karar verdim.
-Hem onlara sıcak bir yuva olmak hem de var olan yuvayı daha yaşanabilir, daha sevgi dolu bir hale
getirmek için evimde hayvan bakmak istedim. Evinde senden sevgi bekleyen ve koşulsuz sevgi veren
biri varsa o ancak can dostunuz olabilir. Onlar olmasaydı dünya nasıl bir yer olurdu? Düşüncesi bile
insanı çok kötü hissettirmeye yetiyor.
– Evimde kedi/köpek bakıyorum? Çünkü bağımlılık yapar, bir defa evinize aldınız mı? Artık onlardan
kopamıyorsunuz. Sonra eliniz ayağınız olurlar, insanın bir parçası haline gelirler, onlar olmadan
yapamıyorsunuz evde hayvan bakmak çocuk bakmak gibidir. Onlarla canınız sıkıldığında
oynayabiliyorsunuz, üzüldüğünüzde hissedebiliyorlar ve sizi sakinleştirmek için çabalıyorlar, onlara
verdiğiniz sevginin fazlasını size veriyorlar.
– Çocukluğumdan beri hep evde hayvan bakmak istedim; ama hiçbir zaman almak istemedim hep
sahiplenmek istedim. Çünkü, yardıma, bakıma, beslenmeye muhtaç bir sürü hayvan var ve eğer
bakmak gibi bir imkanım varsa onları sahiplenmeyi tercih ederim ve daha küçük olan sokak yaşamına
tam alışmamış olan hayvanı sahiplenmeyi tercih ederim. Eğer sokakta büyümüşlerse onları
kısıtladığımı düşünürüm. Kedimi tercih ederek almadım ölmek üzere olan bir kediyi hayatta tutmak
istedim ve aldım. Hera evimizin neşesi oldu ailecek kötü bir zaman geçirdiğimiz bir dönemde geldi
evimize ve sevimli halleriyle, şebekliğiyle resmen derdimizi unutturdu, İlaç gibi bir şey oldu bizlere.
Kendi doğurduğum çocuğum olsa ancak bu kadar severim çünkü, daha gözleri açılmadan
sahiplenmiştim, biberonla mamasını veriyordum, tuvaletini pamukla ben yaptırıyordum yani öz
evladım gibi. Evcil hayvanlar, insanları hem sorumluluk sahibi yapıyor hem de evde bıcır bıcır gezen
bir şey var her hareketinden mutlu oluyorsunuz. Tam bir huzur kaynağıdırlar. O yüzden hayatımda
verdiğim en doğru karar Hera ’mı sahiplenmek oldu.
– Bir cana ses olmanın beslemenin onunla ilgilenmenin verdiği huzuru, insanların verdiğine ve
hayvanların sahiplendiği kadar insanların sahiplendiğine inancım olmadığı için evimde kedi
besliyorum. İkinci soruya gelince: köpeğin sorumlulukları kedilere göre çok daha fazla olduğu için
ihmal etme durumum olursa onun vicdani boyutunu kaldıramam diye kedi tercih ettim. Mesela
kediye evde kum ile tuvalet eğitimi verilebilirken, köpeği günde en az iki kez dışarı çıkarmak gerekir
ve onların ortamları doğadır. Sahiplendiğim kedi evcil olduğu için dış hayata tutunamaz mücadele
edemezdi. Peki neden kuş seçmedim, balık seçmedim? Diyecek olursanız da bir kediyle oyun
oynanabilir, zaman geçirilebilir, sarılıp uyuyabilir hatta dertleşilebilir, ancak bir kuşla bir balıkla
bunları yapabilmek mümkün olmayacaktı o sebepten kedi beslemeyi tercih ettim.
– Kedim sağırdır ben de hem bu yüzden hem de çok küçük olduğu için eve almak istedim, o da peşimi
bırakmadı ve o günden beri bendedir beş-altı yıl oldu, kedi beslemeyi de çok seviyorum.
Gönül isterdi ki tüm canlılar doğal ortamında mutlu yaşasınlar ama ne yazık ki mümkün
değildir. Kendi fikrimi söyleyecek olursam, kuşları da çok seviyorum ama dışarıdan bir kuşu
alıp gelmek/sahiplenmek onu hapsetmişiz hissi uyandırır, kedi ve köpekte
uyandırmaz.
Bu yazıyı; evcil bir hayvan sahibi olmak isteyip kararsız kalanlar ve/veya kendisi çok kararlı
olduğu halde evcil bir hayvanla yaşamak konusunda ailesini ikna edemeyenler için yazmak
istedim. Sonuç olarak; sorumluluklar ve/veya zorluklar aşılabiliyorsa
gönül rahatlığı ile iddia edilebilir ki evcil hayvan sahibi olmanın olumsuz yönleri, olumlular
yanında çok silik kalır. Bu konu üzerinde derin
düşünülmesi gerektiği fikrindeyim, bence hayvanlardan yola çıkarak insanlara “ben sevebilen
biriyim, bana değer ver” demenin başka bir biçimidir.
Metni France’nin güzel bir sözüyle sonlandırmak istiyorum. “İnsan ruhunun bir parçası, bir
hayvana gönül verene kadar uyanmaz.” Burada sözü edilen genel bir hayvan sevgisi değil, bir
insanın bir hayvanla kurduğu dostlukla oluşan sevgidir. Bu dostluğun kent yaşamında ki şekli,
kuşkusuz evcil hayvan sahiplenmekle mümkün olur

Devamını Oku

NİLGÜN DUYAR

NİLGÜN DUYAR
0

BEĞENDİM

ABONE OL

                                              SÜRÜ PSİKOLOJİSİ

   

     19. ve 20. Yy da toplumsal düzeyde değişimin baş aktörleri olan kitleler aynı zamanda, politika, medya ve bilim iktidarlarının gözünde patolojik, şiddetten gözü dönmüş ve sınır tanımaz bir biçimde her şeyi yıkıp geçecek insan grupları olarak resmedilmişlerdir.                                             Aslında günümüzde de, kitle eylemlerine ilişkin bu egemen bakış açısından fazla uzaklaşılmış denilemez.                                                                                                                                                                 İnsanların geçmiş yaşantıları, korku ve kaygıları, yalnızlık ve dışlanma korkusu, takıntıları, eylemleri gibi yaşantısına etkide bulunan durumları  bireyleri  bir sosyalgruba girmeye yönlendirmektedir.                                                                                                                                                                Bu, bireylerin  günlük  yaşam içinde müşterek bağları olduğu başka kişilerle iletişimini de sağlar.  Freud bu konuda şunu savunur: “eğer bir grubun bireyleri ittifak haline gelmişlerse, onları birleştirecek bir şeyde olmalıdır ve bu bağ tam olarak grubun karakteristiği denen şeyi olabilir.” Bazen bir grup insan aynı hisleri ortak yaşar ve bu onlar arasında gizli bir ittifak oluşturmuş havası verir.                                                                                                                                                                             Bir kitlede her his ve her davranış o kadar bulaşıcıdır ki birey kendi çıkarını topluluk çıkarına feda edebilir.                                                                                                                                                                                                                                                                       Çünkü kitle içerisinde bireyci kişilik bilinci tamamen kaybolmuştur; irade ve muhakeme yeteneği kaybolmuştur.                                                                                                                                                                     Hipnoze olmuş bir kişinin kendini hipnotize edenin ellerinde bulunmasını andıran bir şekilde grubun çekici etkisinin içinde buluverir.                                                                                                                                                                                                                                                                                                 Freud kitle psikolojisini açıklarken bireyin kitle içinde kendi iradesini yitirdiğini ve muhakeme yeteneğinden yoksunlaştığını vurgular.                                                                                                                                     Kitle psikolojisi olarak tanımlanan, kitlelerin sosyal ve psikolojik davranış ve tutum özellikleri, 19. Yüzyılda incelenmiş ve analiz edilmiştir.                                                                                                                                                           Farklı kültürel ve sosyal değerlere  sahip bir olay bir araya gelmeleri kitle içerisinde oluşan kolektif bilinç ve ortak ruh ile hareket etmeleri durumu kitle psikolojisini oluşturmaktadır.                                                                                                                                                                     Freud ve Le Bon’a göre, kitle psikolojisinin temel özellikleri olan “ortak ruh”, “ortak bilinç”, “bilinçaltı” ile hareket etme durumları, kitle hareketlerinin en önemli psikolojik özelliklerini oluşturan değerler arasında yer almaktadır.                                                                                                                                                                               örneğin; gezi parkında başlayan gezi hareketi de bir kitle hareketidir, bu harekete katılan bireyler ve bu bireylerden oluşan sosyal gruplar, kitle psikolojisi ile hareket etme özelliğini göstermektedir. Toplumsal hareketler, birbiriyle dayanışan, ortak bir düşünceyi ve duyguyu paylaşan, haksızlık ve eşitsizlik olarak gördükleri bir meseleyi çözmek için seferber  olup sorunların kaynağı olarak bildikleri aktörlere ve/veya kurumlara protestolar düzenleyen enformaltoplumsal algı olarak da açıklanabilir.

 

 

 

 

Kitle psikolojisinin oluşması, bireysel psikolojinin kaybolmasına, duyguların bireysel olmaktan çıkıp kolektif duruma gelmesine neden olur.                                                                                                                                                     Akılın ve zekânın önemi azalır, birey kitlesel ölçütlere uyum sağlayarak, toplumca benimsenmiş değerlere, inançlara karşı kendi düşüncelerini yitirir ve toplumsal hareket etmeye başlar, bunu yapmasında ki en önemli etken de bana kalırsa yalnızlık ve dışlanma korkusudur.                                                             Çünkü bireyi bir sosyal kimliği benimsemeye iten en önemlietkenler dışlanma ve yalnızlık korkusudur. Kitleyi tanımak her şeyden önce onun psişik yapısını bilmek gerekir. işte sosyal psikoloji bununla uğraşır.                                                                                                                                                                                                  Kitleler, sosyal psikolojide, grup genel başlığı altında çeşitli biçimlerde incelenmektedir.                                                                                                                                                                                                  Bir organizmadaki hücreler nasıl bir araya gelerek tek bir varlık oluşturmuşsa, psikolojik kitle de bir an için birbiriyle kaynaşmış aynı türden ögelerin oluşturduğu bir varlıktır.                                                                                                    Freud, kitle psikoloji yapıtında, kitle ruhunun yani kolektif ruh yaşamının tanımından başlayarak telkin yoluyla o ruha yapıştırılmasını, kilise ve ordu gibi iki yapay kitlenin egemenliğini, bireyin toplumla özdeşleşmesini ele almaktadır.                                                                                                                                                                         Freud,  bireyin iç dünyasını, ruh durumlarını  bilimsel olarak ele almış ve yine bireyin toplum içinde yer alıp bir kitleyi meydana getirmesini ve bu kitlelerin birey üzerindeki tutumlarını  yine bilimsel yolla ortaya koymuştur.   Freud, ilk evvel bireysel psikolojiyle kitle psikolojisi arasındaki bağı bizlere bireyin içinde oluşan bir bağ ile bir ulusa vb…  Bağlanma açlığını göz önüne seriyor  ve bunun içgüdüsel olduğunu ileri sürüyor.                                                                                                                                                                                                          Bireyin kitleye katılmasını üç sebeple açıklıyor: kalabalığa uyum sağlıyor ve hipnoz oluyor,  siyasetle kitle fikri bulaşıyor, sirayet ve telkin yatkınlığı ile birey kitleye uyum sağlıyor.                                                                                                                                       Kitlede ki bireye göre, ‘olmaz’ diye bir şey yoktur, birey kendini öylesine kaptırmıştır ki imkansız bir şeye bile  olur diyebiliyor. ( Freud bunu bilinçsizlik olarak tanımlıyor).                                                                                                                                   birbirinden farklı bir çok topluluk bir kitlede buluşabilir, çünkü; kitle içinde birey, ruhsal değişim geçiriyor, telkin ve libido ile bireyin fikirleri değişiyor.                                                                                                                                 Birey,  kitlenin içine dahil olduğunda, kendi aklını, fikrini, düşüncelerini kullanamaz hale gelmesi kaçınılmazdır.

Sürü psikolojisinin eşanlamlısı olarak kitle psikolojisi karşımıza çıkmaktadır.                                                 Kitlelerin hareketleri, düşünceleri, eylemleri hangi nedenlerle yaptıkları, sonuçlarının neler olacağı gibi birçok soru ve cevaplar bulunmaktadır.                                                                                                                                         hepimiz her ne kadar birey olarak yaşamımızı sürdürsek de, bir kitleyi, toplumu temsil etmekteyiz aslında.                                                                                                                                                                                                                                                                                                    kitle psikolojisi uzun zamandırmerakımı cezbeden bir konu…                                                                            Gerçekten de belli bir amaç için geçici de olsa bir araya gelen insanların oluşturduğu kitle, onu oluşturan insanların bireysel kişiliğinden tamamen ayrı bir vücut  meydana  getiriyor.                                                                                                               Kitle içerisinde insanların davranışlarında gözlemlediğim değişimleri anlamakta hep güçlük çekmişimdir.                                                                                                                                                                              Normal hayatta sakin, sağduyulu diyebileceğimiz bir insan, kitle içinde tamamen farklı bir kişiliğe bürünüyor, kendisinden beklenmeyen davranışlar sergileyebiliyor.                                                                                                                                  Örneğin; iki farklı futbol takımı taraftarları karşılaştığında hiçbir neden yokken birbirlerine nefretle saldırabiliyorlar.                                                                                                                                                                                                   Bir siyasi parti mitingi ya da  bir protesto gösterisi için bir araya gelen insanların oluşturduğu kitleler akıl ve sağduyudan uzak eylemlerde bulunabiliyorlar. Tüm bu mantık dışı durumlara çok daha fazla örnek verilebilir. O halde tüm bu çelişkileri ve soru işaretlerini bünyesinde barındıran adına kitle denilen muammayı çözmeye gayret etmek, kitle psikolojisini, kitle-lider ilişkisini çözmek benim için bir sorundu. Bu konuda yaptığım araştırmalar beni çeşitli kitaplara götürdü.

“Kitlelerin şuursuz hareketlerinin, fertlerin şuurlu faaliyetlerin yerine geçmesi çağımızın başlıca vasıflarındandır” diyor Le Bon kitleler psikolojisi eserinde.  Kitlelerin genel özellikleri, zihin yapısı, duyguları, inançları, kitlenin yapısı ve önder ile ilişkisi vs. hususları ele almaktadır.                                                             Le Bon’a göre,  kitle onu oluşturan bireylerden çok farklı özellikler gösterir, herkesin fikirleri telkin ve bulaşma yoluyla aynı yöne döner, bireylerinbilinçli kişilikleri kaybolur ve bireyin kendine özgü karakteri kitle içinde silinip gider.                                                                                                                                                                                   Oluşan kolektif ruh sebebiyle her birey tek başınayken duyumsayacağı, düşüneceği ve davranacağından bir başka türlü duyumsar, düşünür ve davranır.                                                                                                              Birey kitle içinde karşı konulmaz bir güce sahip olduğu hissine kapılır, haliyle kendini kontrol altında tutmaya da az eğilimli olur. Kitle anonim ve sorumsuz olduğundan, bireyleri her daim kontrol eden sorumluluk hissi kaybolur.                                                                                                                                                                  Kitle çok kolay cinayet vb. suçlar işleyebilir, hafif bir antipatiden azgın bir nefret doğurabilir, tüm aşırılıklara eğilimlidir.                                                                                                                                                                                             Kitle içinde bireylerin entelektüel eğilimleri zayıflar, zeka düzeyleri düşer. Hipnotize olmuş kimse gibi, birey davranışlarının bilincinde olmaz. Kitle sözlerinin büyülü gücünün egemenliği altında olup, mantıksal söz ve kanıtlara baş vurarak kitlesel sloganlara karşı çıkılamaz.                                                                                           Kitle hakikate aç değildir; hep illüzyonlara kucak açar, uysal bir sürü gibi efendisiz durmaz. İtaate susamıştır. Le Bon kitlenin zeka seviyesinin düşüklüğüne bağlı olarak  aldığı kararların ortalama düzeyin altında olduğunu  belirtmiş ama bu konuda farklı kitleler arasında ayrım yapmamıştır.                                                                                       Le Bon, kitlelerin içindeki bireyin temel özelliğinin bilinçli hareketin kaybolduğunu ve tamamen bilinçaltı ile hareket ettiğini ifade etmektedir.                                                                                                                                         Kitlelerde görülen temel karakteristik özellikleri  Le Bon  şu şekilde sıralar:                                                                                                                                                                                                     yargılama gücü yoktur.                                                                                                                                                                                Düşünceleri tamamen ret ya da kabule dayanır; kesin doğrular ve kesin yanlışlar vardır.                                                                         Münakaşa ve itiraza dayanma gücü yoktur.                                                                                                                                                              Kendilerine uygun telkin olunan şey uğruna canlarını feda ederler.                                                                                                     Yine yazarın sözüyle “kitle, çobanından vazgeçemeyen bir sürüdür.”                                                                                                 Yazar günümüze hakim olan ama o zamanlar henüz emekleme aşamasında olan parlamento, demokrasi ve seçimlerin aslında birer kitle özelliğinde olduğunu ifade ederek, seçmen kitlesinin de değerlendirme, tenkit gücünün zayıf ve aklına değil duygularına hitap eden adayları seçmeye dönük olduklarını ifade etmektedir.

Bugüne kadar istisnasız olarak her yerde kitlelerle karşılaşırız.                                                                                             Gerek facebook’taki gruplarda Allah’ını seven dokuzyüz doksan dokuzbin kişi aranırken gerekse de tuttuğu futbol takımına yıldız bir futbolcunun gelmesi için karşı tarafın instagram gönderisini arkadaşlarıyla birlikte spamlayanları görürken aslında hep bir kitle bombardımanına maruz kalıyoruz.                                                                                                               Sürü kendisinden koşulsuz olarak yerine getirilmesi istenen talimatları, sorgulamadan ve talimatlar arasında ayrım yapmadan severek yerine getirmektedir.                                                                                            sürü psikolojisi olarak adlandırılan bu olgu, okulda, ailede, iş dünyasında, politik arenada, kamuda  ve toplumsal yaşamın birçok alanında kullanışlı bir forma dönüşmüştür.

 

 

 

 

 

Nietzsche’ye göre, insanların uzun bir süre toplumsal itaat ve boyun eğme eğitiminden geçirilmiş olması, insanın bireyleşme ve bireyselleşme   dürtüleri  törpülenmiş olur.                                                                                                                     Sürü insanının en önemli niteliği fiziksel ve psikolojik zayıflığa bağlı güçsüz bir doğaya sahip kişiliktir. Bu zayıflık ve güçsüzlük onu sürüye katılmaya ve sürüyle birlikte hareket etmeye zorlamaktadır. Böylelikle sürünün gücünü kendi gücü olarak görür.                                                                                                                                                                             Sürü insanı, kendini değerlendirme ve kendi değerini yaratmadaki beceriksizliği ve güçsüzlüğü nedeniyle geleneğin değerlerine sarılmaktadır.                                                                                                                                               Bu nedenledir ki ahlaki öğütler  sadece sürü insanı için bir anlam ifade etmektedir.                                                                                                          Nietzsche, toplumsal baskının altında ezilmiş, acı çekmiş, geleneğe bağlı ve sürüye bağımlı olarak yaşayan sürü insanının ahlakı, köle ahlakıdır der. köle ahlakına sahipinsanın, ahlaki yorum ve değerlendirmelerine karamsar bir kuşku eşlik etmektedir.                                                                                        Nietzsche,  Hıristiyanlığın Batı metafiziğinin ahlaki değer yargılarını ‘düşkünlüğe’ yol açtığınısavunmaktadır. Hıristiyan ahlakının, insan doğasında bulunan yaşam sevgisini, arzusunu ve dünyaya olan bağlılığını kınaması nedeniyle içgüdülerinden utandırdığını böylelikle sürüleştirdiğini öne sürmektedir.                                                                                                                                                                                                                               Nietzsche, sürü kavramını kalabalık/yığın anlamında kullanmamış. O’nda sürü sözcüğünün kavramsal karşılığı; geleneğe, Hıristiyan ahlakına bağlı kalarak varlığını korumuş insanların oluşturduğu topluluklar/gruplaşmalardır.

Bir yerde kimse ses çıkartmiyorsa orada her şey normaldir. Dışlanmak, “yokmuşuz” gibi davranılması en büyük korkumuzdur. Bu korkudan kaçınmanın en iyi yolu bir grup tarafından benimsenmektir. Dolayısıyla insanlar bir topluluğa katılıp o topluluğun normlarına uymak, onlar gibi olmak, onlar gibi giyinmek,  onlar gibi konuşmak, ve aynı şeylere inanmakdurumunda kalmaktadırlar. (hemşeri, mahalle, vatandaş vb.)                                                                                                                                                                        görüldüğü üzere incelenen düşünürlerin hemen hemen üçü de yakın görüşleri savunmaktadırlar sürü insanı ve sürü psikolojisi konularında.                                                                                                                                                    Merak edip okumak isteyenler olacaktır belki onlar için yararlandığım kaynakları yazma gereği duydum.                                                                                                                                                                                                                 Yararlandığım kaynaklar:  Nietzsche/ Böyle Buyurdu Zerdüşt ve Deccal,  Freud/ kitle psikolojisi  ve Le Bon/ kitleler psikolojisi kaynaklarını referans alarak yazdığım bu yazıyı ve kitapları okumak isteyenlere şimdiden keyifli okumalar…

Devamını Oku